Şimdi burada yazacaklarımı, tam bir yıldır, herkese ve her yerde dile getirdiğim için, artık açık yüreklilikle yazmanın vaktidir. Malum, bu gün 17 Aralık’ın 1. Yıldönümü?!
2014’ü beklerken
Türkiye 2014 yılında üç tarihi önemde seçim yaşayacaktı; mahalli seçimler, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve en nihayet HSYK seçimleri. Bunların hepsi bir yılda olup bitecekti ve doğal olarak ülke içinde ve dışında faaliyet gösteren pek çok “toplum mühendisi”, bu seçimlere yön vermek, müdahale etmek için pozisyon almaya çalışıyordu. Kısacası içerde ve dışarıda herkes, nefesini tutmuş, 2014 yılının gelişini bekliyordu!
7 Şubat, ilk yumruk!
2011 yılından itibaren, Fethullah Gülen ekibi ile Hükümet’in arasının açıldığı ve bu sürecin giderek “kavgaya” dönüştüğü biliniyordu. Gülen ekibi ilk yumruğu 7 Şubat 2012 günü attı, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklatmak istedi. Eğer Fidan tutuklanabilseydi, muhtemelen sırada Başbakan Erdoğan vardı ve “vatana ihanet” suçuyla yargılanacaktı! Ama Erdoğan o hamleyi savuşturmayı başardı. Lakin tarihe “7 Şubat Krizi” diye geçen olay, kavganın savaşa dönüştüğü gün olarak kayıtlara geçti.
Mesele gerçekten ağaç değildi kardeşim!
İkinci hamle meşhur “Gezi Olayları” idi! Gezi Olayları’nın uluslar arası bir operasyon olduğu gün gibi ortadaydı. Daha ilk günden itibaren bazı örgütler ve aydınlar, eylemlere destek mesajları yayımlamaya başladılar. O güne dek değil ağaç, Türkiye’nin kadim meselelerine bile hiç kafa yormamış pek çok sivil toplum örgütü, kitleler halinde sokaklara döküldü! Amaç çok açıktı, “çevre ve ağaç” gibi toplumun hassasiyet göstereceği bir noktadan girip hükümeti düşürmek! İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Hatay, Eskişehir, Antalya gibi şehirlerde bilhassa Atatürkçü, sosyal-demokrat ve sol çevre, günlerce sokaklarda eylem yaptılar. Gösterilere katılanların pek çoğu, uluslar arası bir operasyonun parçası olduklarını gerçekten bilmiyorlardı ve “bir diktatörü” indirmek için mücadele verdiklerini sanıyorlardı! Ve CHP lideri Kılıçdaroğlu, gösterilere katılan gençlere, “sizin alnınızdan öpüyorum” diye sesleniyordu! Nihayetinde Hükümet, bu çok kapsamlı, iyi çalışılmış ve iyi tasarlanmış hücumu da bertaraf etmeyi başardı. 2013 yılının yaz mevsimi böyle geçti.
Ve nihayet “öldürücü darbe!”
Elbette savaş bitmemişti, ne yapıp edip, 2014 yılına “Erdoğansız” bir Türkiye ile girilmek isteniyordu. Ve beklenen operasyon 17 Aralık 2013 sabahı “start” aldı, yani düğmeye basıldı! Bazı bakanların ve çocuklarının siyasi konumlarını kullanarak yolsuzluklara bulaştığı, evlerinde tonlarca para sakladıkları iddiaları ve görüntüleri bütün televizyonları ve gazeteleri işgal etmeye başladı! Ve operasyonun en can alıcı adımı da, Başbakan Erdoğan’ın oğlu ile yaptığı iddia edilen telefon görüşmesiydi ve büyük ihtimalle tutuklanacak isimler arasında Başbakan’ın oğlu (ve Başbakan) da vardı! Operasyon, toplumda herkesin müştereken hassasiyet göstereceği umulan bir noktadan başlatılmıştı ve belli ki bu yolla, hükümetin dağılması hedefleniyordu! Hatta bazı yayın organları, yazarlar ve siyasi parti sözcüleri, örneğin CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “hükümetin tez vakitte yurt dışına kaçacağını” söyleyecek kadar bu operasyonun içinde olduğunu ifşa etmekten çekinmiyordu! Hedef açıktı, Tayyip Erdoğan dönemini kapatmak!
Tapelere karşı “meydan savaşı”
Ve Başbakan, bu “ağır hücuma” karşı ilk cevabı Ordu’da yaptığı mitingle verdi! 22 Aralık tarihli bu miting, herhalde siyasi tarihimizin en görkemli ve en duygusal mitinglerinden birisiydi. Sanki bütün Karadeniz o gün meydandaydı! Açıkça söylemek gerekirse, o gün böyle bir mitingi ve ilgiyi hiç kimse beklemiyordu! Başbakan Erdoğan, her yayımlanan “tapeye” meydanlarda cevap veriyordu ve millet, o bin yıllık ferasetiyle, bu operasyonun aslında Başbakan’a değil, Türkiye’ye ve kör-topal da olsa yürüyen demokrasiye karşı tertip edilmiş bir saldırı olduğunu hissederek, meydanlara koşuyordu.
Ve zurnanın “zırt” dediği yer
Peki 17 Aralık sonrası Hükümet düşse ve Başbakan Erdoğan tutuklansa ne olacaktı? Benim tahminim odur ki Fethullah Gülen tutulduğu adresten 2014’ün Ocak ayında serbest bırakılacak, özel bir uçakla Türkiye’ye getirilecek, milyonlarca insanın, (ki o insanların arasında solcular da olacaktı) “kurtarıcımız geldi” sloganları ve alkışları eşliğinde karşılanacak ve ülkemizin tartışmasız en güçlü ismi olacaktı! Gayrı bundan böyle hiçbir hükümet ondan izinsiz kurulamayacak, hiçbir atama ondan habersiz yapılamayacak, hiçbir kimse ondan müsaade almadan parti kuramayacak ve aday bile olamayacaktı! (Ama bunca emeğine rağmen Kılıçdaroğlu yine de başbakan falan yapılmayacaktı!) Fakat Başbakan Erdoğan’ın o cesur ve dirayetli tavrı ve bu milletin bin yıllık feraseti, bu ülkeyi dipsiz ve karanlık bir uçurumdan çekip çıkarttı, işin aslı ve özeti budur. Ve bizim solcular, “Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi” diye haykırarak idam sehpasına çıkan Deniz Gezmiş’ten bile utanmadan, anti-emperyalist olduklarını söylüyorlar, güler misiiiin, ağlar mısın?