Aslında cevabı aradığımız nokta tam da burada. Yaratıcılıkta dengeyi nasıl kuracağız?
Yapay zekâ, elindeki büyük veri havuzunu kullanarak yeni şiirler, hikâyeler, resimler ve müzikler üretebiliyor. Fakat bu üretimlerde önemli bir fark var. Yapay zekânın ortaya koyduğu her şey, daha önce var olanların bir karışımı. Yani orijinal gibi görünse de aslında bir özet.
Oysa bir insan sanatçı, sadece gördüklerini değil yaşadıklarını, hissettiklerini, iç dünyasını da eserine katar. Bir yapay zekâ aşk acısını “öğrenebilir”, ama gerçekten hissedemez. İşte bu fark, sanat eserinin kalbine duyguyu yerleştirir.
Ancak bu durum yapay zekânın sanatta hiçbir işe yaramadığı anlamına gelmiyor. Aksine, yapay zeka, yaratıcı süreçlerde önemli bir yardımcı olabilir. Mesela bir yazar tıkandığında yapay zekâdan fikir alabilir, bir tasarımcı alternatif renk kombinasyonları deneyebilir.
Gelecekte en başarılı olanlar, yapay zekâyı bir rakip olarak değil, bir ortak olarak görenler olacak. Çünkü yapay zekâ bazı işleri çok hızlı ve etkili yapabiliyor. İlk taslakları oluşturmak, farklı seçenekler sunmak gibi işler artık yapay zekâya bırakılabilir. Böylece insanlar, yaratıcı sürecin en önemli tarafı olan duygu, anlam ve sezgiye daha çok odaklanabilir.
Yapay zekâ, insan yaratıcılığının sonu değil. Aksine, onu destekleyen ve yeni yollar açan bir araç olabilir. Önemli olan, bu teknolojiyi körü körüne kabullenmek değil onu insanlığın ve yaratıcılığın hizmetine sunabilmek. Gelecek, bu dengeyi kurabilenlerin olacak. Hem teknolojiyi kullanmayı bilen hem de insani değerleri unutmayan bir yaklaşım şart. Çünkü ne kadar ilerlersek ilerleyelim, duygularımız, sezgilerimiz ve hayal gücümüz hâlâ en büyük gücümüz.