Çaresizliğe çare bulunmadıkça…
Üç intihar vakasının da arkasından ekonomik sorunlar çıktı. Buna rağmen bakıyorum gerek yetkili makamların açıklamalarında, gerek sosyal medya paylaşımlarında neden-sonuç ilişkisi üzerine eğilen yok. Kimi tek suçlu olarak ‘siyanür’ü görüyor. ‘Nereden buluyorlar bunu’ diye tepki gösteriyor, kimileri olaylar intihar mı cinayet mi polemiğine giriyor. Kimileri de bu karanlık tablodan siyaseten nemalanmaya çalışıyor. Oysa asıl üzerinde durulması gereken şey ekonomik sorunlar, toplumsal çürüme ve insanların içine düştüğü çaresizlik…
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) bu konuda en güncel verileri 2018’e ait. Ve bu verilere göre geçtiğimiz yıl ülkemizde toplam 3 bin 161 kişi intihar etmiş. Bunun anlamı şu; Bu ülkede günde ortalama 9 kişi canına kıymış. Son 17 yılda hayatından vazgeçen insan sayısı 50 bin 378…
Hayattan, en kıymetlinden vazgeçmek… Bu öyle kolay kolay olabilecek bir şey değil. Uzmanlara göre siyanürle intiharlar kesin sonuca gitmek için verilmiş kararlar. Yani öyle başka teşebbüsler gibi bir mesaj isteği veya dikkat çekme amacı yok. Aralık kapı bırakmıyor ve engel istenmiyor. Tüm umutların tükendiği, çaresizliğin zirve yaptığı anlarda alınmış kararlar…
İntiharları, cinayet olarak görmek mümkün mü? Kimilerine göre evet. Ancak yaşanan vakaları dikkatli inceleyince ben şahsen cinayet tanımlaması yapamıyorum. Örneğin Antalya’da biri 9 diğeri 5 yaşındaki iki evladıyla birlikte ölüme giden Selim Şimşek’e bakalım. Şimşek, ardından bıraktığı mektupta, “Çok uzun zamandır kafamda kuruyordum. Kendimi öldürmem eşim ve çocuklarımı içinden çıkılmaz bir buhrana bunalıma sokabilirdi. Onları da yanımda götürmek en mantıklısı idi. Arkamızda kalanlar üzülecek, ağlayacak, sızlayacak sonrasında yavaş yavaş unutacaklar biliyorum. Çünkü büyükler her zaman söylerler 'Ne olursa ölene olur' diye. Bu söze istinaden canımdan bile çok sevdiğim eşim ve çocuklarımı bu kötü pis dünyada bırakamazdım” demiş. Yani devlete, akrabalarına, yakınlarına, komşularına filan güvenmiyor. Kendi ölümünden sonra çocuklarının büyük bir riskle karşı karşıya kalacağına inandığı için ‘koruma’ refleksi ile onları da beraberinde götürmeye karar veriyor…
Hep bahsettiğimiz toplumsal çürüme bu işte. Öyle güvencesiz bir toplumda yaşıyoruz ki artık sokakta bir çocuğun başını okşayamıyoruz. Okşayan olursa da endişe ile bakıyoruz. Komşuluk ilişkisi diye bir şey kalmamış. İnsanlar her gün aynı koridorlarda karşılaşıyor ama birbirlerine selam vermekten dahi imtina ediyorlar. Yardımlaşma yok, dayanışma yok. Toplumda ‘bana değmeyen yılan bin yaşasın’ anlayışı hakim olmuş. Kimse kimseye inanmıyor, kimse kimseye hemdert olmuyor. Hep diyorum, kalabalık yığınlar içinde yapayalnız kalmışız…
İşte irdelenmesi, üzerinde durulması, çözüm aranması gereken şey bu. Siyanürü topyekün ortadan kaldırsanız ne olur. Tükenmişliğe, çaresizliğe çare bulamadığınız müddetçe bu kıyımların önüne geçemezsiniz…