Garb-i Antalya gezisinden notlar

 

Garb, güneşin indiği, battığı yer, batı anlamına geliyor olmakla birlikte, Arapça’da çok daha geniş bir anlamı var; “bir şeyin sınırı ve kenarı, bittiği yer” anlamında da kullanılıyor. Selçuklu sultanları Moğol istilası sebebiyle Asya ovalarını ve şehirlerini terk edip gelen Türkmenleri buralara, “bir şeyin bittiği yerlere” Garb-i Anadolu dağlarına, iskân eylediler. İbn-i Batuta, Kuzey Afrikalı bu ünlü seyyah, 14. yüzyılın ilk çeyreğinde Denizli-Antalya-Isparta bölgesinde 5 milyondan fazla Türkmen çadırı saydığını söylüyor ki, abartılı olmakla birlikte, çok fazla olduğu kesindir.

 

                                               Su, su, su…

Ve biz bu hafta sonu, elli kadar Antalyalı gazeteci ile beraber, Menderes Türel’in davetlisi olarak, İbn-i Batuta’nın da gezip tozduğu bu Garb-i Antalya dağlarında, gezip tozduk. Beni ve benimle beraber gezideki bütün gazeteci dostlarımı şaşırtan en önemli husus, bölgede su, içme suyu, kanalizasyon gibi temel ihtiyaçların talep ediliyor olmasıydı. Hangi köy muhtarı söz alsa, mikrofonu kapsa, “benim mahallenin suyu, benim köyün suyu” diye söze başlıyordu. Bin yıllık bir devletin ve 90 yıllık bir cumhuriyetin bu sorunu şimdiye dek çözememiş olması, 21. yüzyılda bu konunun hala konuşuluyor olması, kuşkusuz çok hazin bir tablo. Oysa bu meseleler uzun yıllar önce çözülmüş olmalıydı. Bu noktada “bütün şehir yasası” diye adlandırılan ve bilir bilmez herkesin eleştiri bombardımanına tuttuğu bu yasanın önemine ve gereğine bir kez daha şahit olduk. 

 

                                                Kamu idaresi ve “dağdaki çoban”

 “Bütün şehir yasasının” bir başka yararı da, kamu idaresiyle dağın başındaki bir vatandaşın doğrudan temas etmesine, buluşmasına vesile olması. Dağ başında yaşayan bir çobanın bile büyükşehir belediye başkanına oy verebilir durumda olması kuşkusuz çok önemli bir gelişme. Ve bu yasa sayesindedir ki, bir büyükşehir belediye başkanı, 86 yaşındaki bir yaşlı kadının, Fatma Nine, ayağına kadar gidebiliyor, derdini dinliyor, derman olmaya çalışıyor. Eğer demokrasi ve hatta siyaset “insan’a hizmet etme sanatı” ise, bu yeni büyükşehir yasasının en fazla bu amaca hizmet ettiği, edeceği, çok açık. Ve bu yasa sayesinde 86 yaşında bir kadın, belki de hayatında ilk defa musluktan akan bir su ile elini yüzünü yıkama imkanına kavuşuyor.

 

                                            Havaalanı şart mıdır? 

Gezi boyunca dillendirilen taleplerden birisi de, Garb-i Antalya’ya, yani Antalya’nın batısına, bir havaalanı yapılmasıydı. Son yıllarda Ulaştırma Bakanlığı’nın bu konuda bir çaba, bir arayış içinde olduğunu elbette biliyorum. Demek ki bölge insanında da bu noktada bir talep, beklenti var, öyle anlaşılıyor. Eğer halkın kahir ekseriyatı bu talep noktasında hemfikir ise, buna sözüm yok, umarım muratlarına tez vakitte kavuşurlar. Ama şu noktanın altını çizmek isterim ki, havaalanı inşaatı başladığı andan itibaren bölgedeki tarım alanları ve doğal güzellikler hızla kaybolacak. Sera alanları hızla yıkılacak ve yerlerine büyük binalar, oteller, tesisler yapılacak. Umarım ben yanılıyorumdur, umarım işin sonunda Antalyamız ve insanımız karlı çıkar, ben sadece bir endişeyi dile getiriyorum, hepsi bu.

 

                                    Yakın tarihin sırları

Ve cumartesi gecesi, yani gezinin dönüş yolunda, otobüsün en arka bölümünde, bir grup gazeteci dostumuzla beraber, Menderes Başkan’la uzunca bir sohbet ettik. Sohbetin en önemli yanı, paralel yapı, Gezi olayları ve 17-25 Aralık operasyonları üzerine anlattıklarıydı. Menderes Başkan, sorulan sorulara samimiyetle cevaplar verdi, bu süreçlerde yaşananları, yaşadıklarını anlattı. Yakın geçmişte yaşanan bu “olağanüstü çalkantılı” dönemi, bizzat bu sürecin tam ortasında bulunan bir siyasi aktörden dinlemek çok önemliydi, can kulağıyla dinledik. Ve bir kez daha anladım ki Türkiye büyük, derin ve karanlık bir uçurumun tam kıyısından son saniyede geri dönmüş!