Kedilere nasıl davranıyoruz?

Abone Ol

Türkiye'de yürürlükte olan 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu, sokak hayvanlarının aç ve susuz bırakılmasını yasaklar. Kanunda ‘besleme yasağı’ diye bir madde yoktur. Yani kimse, hiçbir kurum, hiçbir idari merci, kanunla tanımlanmamış bir yasak üzerinden halka ceza kesemez, dayatma yapamaz. Buna rağmen geçtiğimiz günlerde İstanbul Valiliği yayımladığı bir genelge ile sokak hayvanlarına beslenme yasağı getirdi. Sözümona sokak hayvanlarının rehabilitasyonunu hızlandırmak(!) amacıyla yayımlanan genelgede, sokak hayvanlarından kaynaklanacak mal, can kaybı ve zararlardan yerel yönetimlerin sorumlu olduğu vurgulanarak belediye yönetimlerine de aba altından sopa gösterildi…

İstanbul Valiliği’nin bu işgüzarlığı bir yana, sokak hayvanlarının beslenmesi aslında toplumun sosyolojisini belirlemede önemli bir etkendir aslında. Mesela bir mahallenin sosyolojisini en iyi anlatan şey, bazen o yerdeki binalar, trafik, marketler ya da parklar değil, orada yaşayan insanların sokaktaki kedilerle kurduğu ilişkilerdir. Çünkü kedi beslemek, yalnızca bir hayvana mama vermek değil; o mahallenin empati düzeyinin, dayanışma anlayışının ve ortak yaşam kültürünün de en yalın göstergelerinden biridir. Sokak hayvanlarını besleyen mahallelerde görünmez bir topluluk bilinci vardır. Kimse bunu konuşmaz, kimse toplantı yapmaz, kimse “hadi dayanışma oluşturalım” demez. Fakat herkes aynı davranış koduna uyar. Su ya da mama biterse tamamlanır, yeni bir yavru geldiğinde korunur, hastalanan kedi veya köpek için mahalle adeta seferber olur. Bu, yazılı olmayan ama herkesçe bilinen bir sözleşme gibidir. Bu sözleşmeyi imzalatan şey ise vicdandır, karşılık beklemeden iyilik yapabilme refleksidir…

Ama bu mahalle sosyolojisinin bir de görünmeyen yüzü vardır. Kimi yerlerde kediler tehdit kabul edilir. Kimi insanlarda tahammül eşiği düşüktür, kimi apartmanlarda örneğin kedinin adı bile kavga sebebi olur. Bu çatışma, aslında hayvan üzerinden görünse de aslında aynı alanda yaşayan insanların ‘ortak yaşam’ kültürüne ne kadar hazır olduğunu ya da olmadığını da gösterir. Çünkü bir arada yaşamak, yalnızca aynı sokaktan geçmek değil, birbirinin hayatına saygı duymak, alan açmak, hoşgörüyü sürdürebilmek demektir. Kedi besleyen mahallelerde aidiyet duygusu daha kapsayıcıdır. İnsanlar birbirinin adını bilmez ama ‘kediyi seven adam’, ‘kapının önüne su koyan teyze’, ‘kedilerin veteriner parasını toplayan genç’ kimdir herkes bilir. Burada komşuluk modern dünyanın dayattığı şekliyle değil, kendiliğinden, doğal bir akış içinde yeniden filizlenir. Bir kedi, iki insanı tanıştırabilir, bir mama noktası aynı sokakta yaşayanları ortak bir paydada buluşturabilir. Kimi zaman devletin, belediyenin kuramadığı bağları bir sokak kedisi kurar…

Kedi besleyen mahallelerin sosyolojisinde bir başka önemli unsur daha var; sessiz iletişim dili. Bu mahallelerde insanlar çoğu zaman konuşarak değil, davranışlarıyla anlaşır. Bir kap mama eksildiğinde kimin tamamlayacağını kimse söylemez ama birileri mutlaka tamamlar. Bir kedi kaybolduğunda haber mahallede hızla yayılır; kimse organize bir grup değildir ancak herkes aynı refleksi verir: Aramak, korumak, kollamak…

Bu sessiz dayanışma, aslında toplumdaki görünmez bağların hâlâ kopmadığını gösteren en güçlü delildir. Modern hayatın yaydığı yalnızlık, ekranlara sıkışmış ilişkiler, hızla tüketilen bağlar arasında sokak kedileri, insanları yeniden birbirine bağlayan küçük ama değerli bir hatırlatma gibidir. Diğer yandan, bu mahallelerin sosyolojisini değerli kılan bir özellik daha vardır: Sorumluluk duygusunun dönüşümü. Bir kediyi besleyen kişi, çoğu zaman farkında olmadan mahallenin doğal denge unsurlarını da sahiplenir. Sokakların güvenliği, temizliği, düzeni, hatta çocukların hayvan sevgisi bile bu küçük çemberde yeniden şekillenir. Kedilere bakan insanlar zamanla mahallenin ‘gönüllü bekçilerine’ dönüşür. Çevredeki olumsuzlukları daha çabuk fark eder, daha çok müdahil olur. Mahalle kültürünün kaybolduğu çağda, kediler sayesinde yeniden doğan bu sorumluluk hissi, toplumun kendiliğinden örgütlenme yeteneğinin hala canlı olduğunu gösterir.

Bir de işin sınıfsal boyutu var elbette. Çoğu zaman yoksul mahallelerde kedilere karşı daha şefkatli bir tutum görürüz. Çünkü yaşamın yükünü birlikte taşıma kültürü hala orada sürmektedir. Buna karşın yüksek gelirli semtlerde kediye gösterilen ilgi genelde ‘estetik’ bir noktadan gelir. Mama kabı bile dekoratif bir nesne gibidir.

Sonuç olarak, bir mahalleyi anlamak istiyorsanız nüfus verisine, gelir dağılımına ya da resmi istatistiklere bakmadan önce sokaktaki kedilere bakın. Oradaki mama kabı, bazen yüzlerce sayfalık sosyoloji kitabından daha çok şey anlatır. Çünkü kediler, insanların gerçek yüzünü ortaya çıkarır; Merhametini, tahammülünü, öfkesini, paylaşma isteğini, bencilliğini…

Bir mahalleyi gerçekten mahalle yapan şeyin duvarlar ya da asfaltlar değil, o sokakta paylaşılan küçük iyilikler olduğunu hatırlatırlar.

Ve belki de bu yüzden, bir ülkenin geleceğine dair en samimi sorulardan biri şudur;

Kedilere nasıl davranıyoruz?