19.479 kilometre murabbaında/kare bir vilayet. Akdeniz’in ılık sularıyla kucaklaşan sahilleri yüzlerce mil sürer. Her on beş-yirmi kilometrede toprağı sulayan küçük küçük Nil’lere rastlarsınız. Bunlar, bazen zümrütle işlenmiş bir halı gibi düz bir ovanın göğsünde, gelin gibi süzüle süzüle, kenarlarını süsleyen söğütlerin dallarını okşayarak nazlana nazlana akar. Bazen de yalaya yalaya oyduğu uçurumların derinliklerinde bir tehdit homurtusu gibi gürleyerek köpüre köpüre çağlar. Bazı yerlerde yumuşak ve altın tozu gibi renkli bir kum döşeği, denizde visaline/kavuşmasına bir haclegâh/gelin odası olur. Bazen de köpüre köpüre koşan sabırsız sular altmış metre yükseklikteki falezin sert kayalarından denizin mavi ve yumuşak göğsüne atılır. Bu çağlayanlar dünyanın en güzel şelaleleridir. Renklerinin şiiri, mûsikînin füsunu kadar taşıdıkları yüksek enerji de üstünden akıp gittiği memlekete daha yüksek kıymetler izafe eder.
Bu topraklar, tahte’l-hârre/sıcak altında iklimden en yüksek yayla iklimine kadar bütün varyasyonları ihtiva eder. Burada muz, portakal gibi sıcak iklimlerde yetişen meyvelerle, en yüksek irtifada yetişen meyve ağaçlarını aynı ırmağın suyu emzirir. Macar buğdayı ile Mısır pirinci, Basra hurmasıyla yayla elması bu toprakta yerini yadırgamadan yetişir.
Denizin ılık suyunda yıkanırken 3.150 metreye kadar yükselen Toros’un başındaki beyaz tacı seyrettiğimiz gibi Temmuz içinde üşüyerek dolaştığımız yayladan pirinç tarlalarının ve portakal bahçelerinin zümrütleriyle gözlerinizi oyalayabilirsiniz. Dağ taş zeytinliklerle dolu. Ormanların envaı /çeşit çeşiti burada. Mısır’ın demir yolları, Antalya’dan giden katran traverslerle döşenir. Bütün Suriye ve Mısır Antalya’nın katran kerestesini arar. Çünkü demir bile sıcak ve rutubete karşı katran kadar mukavim değildir.
Her bucağında başka bir meziyet, her köşesinde başka bir güzellik. Sonra bu kaleler her adımda rastlanan harabeler ne güzeldir. Öyle harabeler ki bazılarına insanın harabe demeğe dili varmaz. Muazzam sütunları azamet ve ihtişamla zerafetin meczolmuş hayret verici âhengi, insanın dikkatini yoran bir incelikle işlenmiş mermerler, on binlerce seyirci içine alabilecek geniş amfiler, insana düşünmek ve dinlenmek ihtiyacını veren, müfekkireyi derinliklerine sürükleyen bu zengin eserler.
Bu kadar müstesna kıymetlere sahip olan bu toprak acaba ne devirler yaşadı? Nasıl mesut ve kanlı vakalara sahne oldu? Bu burçların üstünde ne kanlar döküldü? Kınık, Varsak gibi Orta Asya Türk kabilelerinin adını taşıyan bazı köylere bu isimleri kim verdi? Hâlâ kulağımıza yabancı gelen bazı isimlerin menşei nedir? Harabeden ziyade bir mamureye benzeyen Belkıs kimin zamanında yapılmıştır? Buraya neden Belkıs diyorlar. Vakti ile bir buçuk milyon nüfusu olduğu söylenen Eski Antalya’nın azametli amfisinde kimler otururmuş? Bir kartal yuvası gibi Torosların şahikasından ovalara, denize kuş bakışı bakan Güllük Harabesi nedir? Acaba bu illerin ilk sahipleri kimlerdir? Yunan şairi Homer’in terennüm ettiği Şimara nerededir? Olimpos ne tarafa düşer?
Eskiden Antalya bizim için Merih Yıldızı kadar meçhul bir iklimdi. Burasının ancak sakinleri ile memur olarak gelenler tanırdı. Fakat burada senelerce oturan mutasarrıfa da sorsaydınız, tarihi hakkında size mâlumat verecek halde değildi. Çünkü o devirde bunu merak edip araştıracak adam çok az olduğu gibi bu merakı gidermek için okunacak Türkçe bir eser yazılmış değildi. Muaccimü’l-buldân, Mir’âtü’l-iber, İbni Battuta’nın, Evliya Çelebi’nin Seyahatnameleri ise bu ihtiyaca cevap vermekten çok uzaktı. Şarl Teksiye’yi, Lenorman’ı, Monteskiyo’yu okuyup anlayacak kaç kişi vardı?
On sekiz sene evvel Şubat ayında Konya’dan Antalya’ya geldiğim zaman kendimi başka bir âlemin rüyası içinde zannetmiştim. Birkaç gün evvel Pozantı’dan geçerken, akrabam olan mevki komutanı, suhûnetin/sıcaklığın sıfırın altında on iki olduğunu söylemişti. Beyazlıktan kamaşan gözlerimi dinlendirmek için lokomotifin bacasından fışkıran siyah dumana iştiyakla bakıyordum. Böyle bir seyahatten sonra Antalya’nın yeşilliğinde dinlenen gözlerim rüyada olmadıklarına inanmak için zorluk çektiler. Tabiatın güzelliklerini yudum yudum içip kana kana seyrettikten sonra mukavemet edemediğim bir tecessüsle Antalya tarihi hakkında etraftakilerden mâlumat istemeye başladım. Niye inkâr edeyim. Benim de bu husustaki mâlumatım çok kıttı. Bütün bilgim Selçûkîlerden evvelisine geçmiyordu. Romalıların, Yunanlıların bir zaman da Haçlıların istilasına uğradıklarını biliyordum.
Homer’in terennüm ettiği Şimera’nın buralarda olduğunu işitmiştim. Yine dünyada mevcut üç Olimpos’dan birisinin buralarda olduğunu söylemişlerdi. Fakat daha ilerisi? Aldığım cevaplar beni tatmin etmekten çok uzaktı. Nihayet o zaman Antalya’daki Dâru’l-muallimîn’i ziyarete gittiğim bir gün, heyet-i talimiye arasında Fikri Efendi isminde bir zâtla tanıştım. Mahcup, mütevazi, terbiyeli tavrı içinde daima tefekküre meyyal zeki bakışları ve az konuşmayı tercih eden vakur edasıyla ilk bakışta ciddi bir ilim adamı olduğu hissini veren bir zat. Sohbet arasında ben merakımı anlattım. Herkes bir mütalea yürütüyor. Fakat o susuyordu.
Bu feyizli tanışmadan iki gün sonra askerî hastahanesindeki büroma gittiğim zaman masamın üzerinde yine mütevazi ve teveccühkâr bir cümle ile bana ithaf edilmiş bir kitap gördüm. Üstinde ‘Antalya Livası Tarihi’ yazıyordu. Çölde susuz kalmış bir adam, ansızın önüne çıkan billûr gibi ırmağa rastlayınca nasıl koşarsa ben de kitap sahifeleri içine öyle atıldım. Okudukça aydınlandım. Aydınlandıkça neşelendim ve yine okudum. İlk sahifelerde üstad, Antalya’nın coğrafî taksimatını zikrettikten sonra asıl benim halletmek istediğim muammanın düğümlerini çözmeye başlıyor ve dokuzuncu sahifenin altıncı satırından itibaren meşhu Homer’i işhat ederek anlatıyor: Homer’in tarihine göre Pamfilya, Lisya ile Pasidya’da oturan en eski kavim Solimler olup bu kavim, yabancıların topraklarına ayak basmalarına meydan vermemek için meşhur ve kadim Trova muharebesinde dahi bulunmakla Trovalılara muavenette bulunmuşlardır. Yine aynı sahifenin sonlarına doğru Filip Lobe’nin tarihini işhat ederek onun yirmi dördüncü sahifesinden aldığı mâlumatı naklediyor:
(Dr. Burhanettin Onat, Tetkikler, TürkAkdeniz Dergisi, Şubat 1941, Sayı 22, syf. 5-9.)