Vatandaş ‘kumpas’ın içinde..


Aslında hem bir özeleştiri, hem de Türk insanına bazı gerçekler konusunda uyarıydı o..
Tabii ki, anlayana..
Anlamayan ya da Yılmaz Özdil gibi anlamak istemeyenlere söyleyecek bir sözüm olamaz elbet..
Ama..
Gördüm ki, “Yılmaz Özdil”lerin sayısı hiç de az değilmiş..
Bu nedenle..
Bugün aynı konuda farklı bir bakışla, bir uyarıda daha bulunacağım..
İsteyen, istediğini düşünebilir..

Dünkü yazımı şöyle bitirmiştim:
“Benim insanım, ‘Tayyip gider yolsuzluk-hırsızlık biter’ diye düşünecek kadar saf olmamalı..
Ve tahriklere kapılmamalı..
Yolsuzluk ve hırsızlık..
Hükümetlere, iktidarlara, muhalefetlere, koalisyonlara has değildir..
Yılmaz Özdil gibi “aşağılayan-tahrik eden”lere dikkat etmekte fayda var..
Çünkü..
Hepimiz aynı kazanın içindeyiz..
Su kaynarsa, hepimiz haşlanırız unutmayın..

Dönelim bugüne..
Ve bir de madalyonun öbür tarafına bakalım..

Bilgi edinme, bilgi yayma, düşüncelerini aktarma ve bu yolla toplumları etkileme (yani gazetecilik) konusu; ortaya çıktığı yüzyıllardan bu yana gücü elinde bulunduranlar tarafından çeşitli yollarla daima “kontrol altında tutulmak ve yönlendirilmek” istenmiştir..
“Çağdaş”laştığımız bugünlerde bile bu tutum, katı bir şekilde bütün dünyada farklı bir biçimde uygulanmaktadır..
Örneğin; bize “demokratikleşin” diye dayatan çağdaş(!) Avrupa Birliği..
Özel bir polis teşkilatı kurdu..
Adı; Avropolis..
Kuruluş amacı şöyle tarif ediliyor:
“Avrupa Polis Ofisi ya da kısaca Avropol, Avrupa Birliği üyesi ülkeler ile birliğin ortaklık kurduğu diğer ülkelerin güvenlik güçleri arasında, uluslararası organize suçlar ve terörizm konusunda iş birliği ve etkili çalışma ortamı sağlamak amacıyla kurulmuş bir birimdir..”
Belki bunu da yapıyor, ama asıl görevi başka..
Bu polis teşkilatının asıl görevi, “AB yöneticilerini ve icraatlarını eleştiren, yolsuzluk-hırsızlık-arsızlık gibi olayları araştıran gazetecileri susturmak, belgelerine sorgusuz-sualsiz el koymak, gözünü korkutmak..”..
Bu konuda hiçbir şekilde sorgulanamaz, suçlanamaz, işine son verilemez, sonsuz yetkileri olan bir teşkilat..
(Bu konuda bir gazetecinin yaşadıklarını Yılmaz Dikbaş, AB-Tabuta Çakılan Son Çivi isimli kitabında belgeleriyle anlatıyor.. Yarın da size bunu aktaracağım..)
Yani..
İktidar ya da muhalefet..
Bütün dünyada..
Bütün siyasilerin kafası, “gazetecileri elinde bulundurmak” fikriyle doludur..

Durum bizim için de pek farklı değildir..
Olmasını düşünmek hayal olur zaten..
Ülkemizde de siyasetçilerin ve devlet adamlarının her zaman kendisini yanında rahat ve güvende hissettiği gazeteciler olmuştur..
Alışık olduğu yüzler ve isimlerin kendisini izlediğini bilmek siyasetçiyi rahatlatır..
Çünkü, kimden ne bekleyeceğini bilir..
“Kim ters soru sorar, kim sonuna kadar yalakadır, kim basiretsizdir, kimi ucuz jestlerle kontrol altında tutmak mümkündür..”
Hepsini avucunun içi gibi bilir..
Ya da bildikleriyle birlikte olmak ister..
Bunun örneklerini Antalya’da da bolca yaşıyoruz zaten..
Ama..
Burada siyasetçinin ya da devlet adamının tutumu değil, “gazetecinin tutumu” çok önemlidir..
Gazeteci birine değil herkese eşit mesafede olabilmelidir..
Kendi görüşünden olmayanları ötekileştirmemelidir..
Ama..
“Gazeteci olmayan patronlar” yüzünden, maalesef bu tür gazeteciler yok denecek kadar azalmıştır..

Şu günlerde..
Fokur fokur kaynatılmak istenen Türkiye’de “baron”lar, gazeteciler aracılığıyla “toplumu dizayn etmeye” çalışıyor..
Halkın iradesini yok etmeye çalışıyor..
Ülkemiz, böyle bir “kumpas”ın içinde maalesef..
Ve benim halkım ne yazık ki, bu kumpası görmek istemiyor..
Tahrik oluyor, saldırıyor, kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştiriyor..
Bütün bunlara dikkat edilmesini istiyorum..
Çünkü..
Hepimiz aynı kazanın içindeyiz..
Kazan fokurdarsa, hepimiz haşlanırız unutmayın..