Yalnızlık salgını: Yapay zekâ uygulamaları çare olabilir mi?

Teknolojik ilerlemelerin mesafe ve zaman uçurumlarını görünüşte kapattığı dijital çağda, yalnızlığın en acil halk sağlığı krizlerinden biri haline geldiğini görüyoruz. İstatistikler,kronik yalnızlığın artık günde 15 sigara içmeye eşdeğer bir risk faktörü haline geldiğini; depresyon, anksiyete, kalp-damar hastalıkları, unutkanlık ve erken ölüm gibi riskleri artırdığını gösteriyor. 2023 yılında Dünya Sağlık Örgütü tarafından küresel bir sağlık sorunu olarak ilan edilen ‘Yalnızlık salgını’, insan yaşamını tarihsel olarak temellendiren sosyal bağlardan derin bir kopuşa işaret etmesi açısından önem taşıyor.

COVID-19 pandemisinde zirve yapan yalnızlık salgınınıntarihsel temelleri sanayi devrimine kadar uzansa da tetikleyici faktörlerin önemli bir kısmının dijital teknolojinin yükselişi ile ilişkili olduğunu görüyoruz. Bireyler bir yandan zaman ve mekândan bağımsız olarak birbirleri ile her an bağlıyken, diğer yandan hiç olmadığı kadar yalnız hissedebiliyorlar. Dijitalleşmenin sebep olduğu bu paradoksa çözüm olarak bir başka paradoksu öneren isim ise teknoloji tiranlarından Mark Zuckerberg oldu.

Geçtiğimiz günlerde bir yayında, yapay zekâ sohbet robotlarının yalnızlık salgınıyla mücadele etmekte başarılı olabileceğini iddia eden Zuckerberg, sahip olduğu Meta grubuna giderek daha fazla entegre etmeye başladıkları yapay zekâ asistanları ve sohbet robotlarının Amerikalıların sahip olmak istedikleri arkadaşlığı sağlayabileceklerine inandığını ifade etti. Peki, dijitalleşme ile kaybettiğimiz fiziksel ilişkilerin hayatımıza girecek olan dijital refakatçilerle sağlanması fikri pratikte gözü dönmüş teknoloji tiranlarının yeni bir kazanç kapısı olmaktan öteye geçebilir mi gerçekten?

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde yalnızlık ne yaygın, ne de doğası gereği olumsuz bir deneyimdi. Sanayi öncesi toplumlar, dayanışmanın bir hayatta kalma meselesi olduğunu bildikleri için sıkı bağlarla örülü topluluklar halinde yaşıyorlardı. 18. ve 19. yüzyıllardaki Sanayi Devrimi bu dengeyi bozarak kitlesel kentleşmeyi ve geleneksel sosyal yapıların parçalanmasını hızlandırdı. İnsanlar kırsal bölgelerden büyük şehirlere göç ederken, topluluk yaşamının yerinibanliyölerde zorluklar içinde yaşayançekirdek aileler ve anonim hayatlar almaya başladı.

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde tüketim kültürü bu eğilimi hızlandırdı ve bireyselcilik kolektif aidiyetin önüne geçti. 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise hiper-bireycilik ethosu kök salmıştı bile. Ancak bu kültürel kaymanın en büyük bedeli, bir zamanlar toplulukları bir arada tutan kolektif kültürün aşınmasıydı. Bu aşınmanın en önemli çıktısı ise maddi bolluk ile duygusal kıtlığın bir arada hüküm sürdüğü yalnızlık salgınının gelişmeye başlaması oldu.

Günümüze geldiğimizde ise, yukarıda değindiğimiz üzere, yalnızlık salgınınınen önemli tetikleyicisininbir yandan insanları birbirine bağlarken, bir yandan da bireyleri yalnızlaştıran dijital teknolojilerolduğunu görüyoruz. Facebook, Instagram ve TikTok gibi başlangıçta küresel birliğin öncüleri olarak görülen sosyal medya platformları artık arkadaşların yerini takipçilerin aldığı ‘modern bağlantı paradoksu’nun simgesi haline geldiler.

Bu platformlar,bir yandan sınırsız etkileşim fırsatları vaat ederken, diğer yandan da sürekli olarak yalnızlığı körükleyici roloynamaları sebebiyle özellikle genç kuşaklarda sosyal izolasyonun zirve yapmasına sebep oldular.

Sonsuz kaydırma, anlık bildirimler ve algoritmik olarak kişiye özel içeriklerle kullanıcıların çevrimiçi varlığını sağlamayı hedefleyen sosyal ağ tasarımlarıniceliği niteliğin önüne koyarak ‘birlikte ama yalnız’ bir kültürün oluşmasının baş aktörlerinden birisi oldu. Etkileşimler işlemsel değiş tokuşlara indirgendi, beğeniler, paylaşımlar ve emoji tepkileri anlamlı diyalogların yerini aldı, özenle seçilmiş "highlightreel"ler yetersizlik kültürünün yeni temsilcileri haline geldi.

Nihayetinde, insanın gerçek bağlantı ihtiyacını karşılamadaki yetersiz kalan dijital etkileşimler özellikle genç kuşaklarda yalnızlık salgınının başlıca tetikleyicisi oldu. Dijital olarak sürekli bağlı yaşayan kullanıcılar, sanal kalabalıkların derin duygusal boşlukları maskelediğisosyal hayattan izolebireyler olmaktan öteye gidemediler.

Tüm bu gelişmelere ek olarak, özellikle ABD gibi gelişmiş ülkelerde 2008 finansal krizinin yanı sıra COVID-19 pandemisi ile yaygınlık kazanan uzaktan çalışma modeli bu krizin giderek artan oranda derinleşmesine sebep oldu. Ekonomik durgunluk, yükselen konut maliyetleri ve güvencesiz çalışma koşulları sebebiyleiş hayatı ile yeni tanışmaya başlayan gençler sosyal etkileşim ile hayatta kalma arasında denge kurmakta zorlanmaya başladılar. Özellikle düşük gelirli çalışanlar, anlamlı ilişkiler kurmak için ihtiyaç duydukları zaman veya kaynaktan yoksun kaldılar.

Pandemiyle artış gösteren uzaktan çalışma modeli ise sosyal dinamikleri yeniden şekillendirdi. Uzaktan çalışma modeli, esnek çalışma avantajlarına rağmenönceki kuşaklar için kritik bir dostluk kaynağı olan iş yeri arkadaşlığının ortadan kalkmasına sebep oldu. Bunun sonucunda da, dijital açıdan hiper-bağlı ancak ofis yaşamının, üniversite kampüslerinin ve mahalle buluşmalarının bir zamanlar karakterize ettiği plansız, tesadüfi etkileşimlerden mahrum kalmış bir kuşak ilişki yoksunu bir biçimde çalışma hayatına girmiş oldu.

Yalnızlık salgını, insan sağlığı açısından da hem derin hem de geniş kapsamlı fiziksel ve duygusal sorunlar barındırıyor. Kronik yalnızlık, bireylerde fizyolojik ve psikolojik etkiler zincirini tetikliyor. Yüksek kortizol seviyeleri, iltihaplanma ve zayıflamış bağışıklık fonksiyonu, kalp-damar hastalıkları, inme ve Alzheimer gibi nörodejeneratif bozukluklara yatkınlığı artırıyor. Sosyal izolasyon erken ölüm riskini %26 artırırken, sigara ve obezitenin ölümcüllük riskleriyle yarışır hale geldiği bildiriliyor.

Ruh sağlığı açısından ise, kronik yalnızlığın depresyon, anksiyete ve intiharın önemli bir öngörücüsü olduğu ifade ediliyor. Yaşlı yetişkinler arasında kalıcı yalnızlık demans riskini %50 artırırken, sosyal izolasyon yaşayan ergenlerin kendine zarar verme veya madde kullanımına yönelme olasılığı giderek artıyor.

Bu çok yönlü krizle başa çıkma zamanı geldiğini fark eden bazı gelişmiş ülkeler paradigma değişimine yönelik ciddi çabalar atmaya başladılar bile.Örneğin, 2018'de Birleşik Krallık, dünyanın ilk Yalnızlık Bakanı'nı atayarak, sağlık çalışanlarının sosyal izolasyon mağduru hastaları sanat dersleri, bahçe grupları ve gönüllü fırsatlara yönlendirdiği ‘sosyal reçeteleme’ gibi yaklaşımlara yöneldi. Zuckerberg’in önerisinden uzun bir süre önce Japonya yaşlılar için yapay zekâ arkadaşlardan yararlanmayı denemeye başladı. Barcelona'nın kent planlamacıları ise parklar, kütüphaneler ve meydanlar gibi alanları yeniden canlandırarak spontane etkileşimi teşvik etmeyi tercih etti.

Zuckerberg tarafından yalnızlık çaresi olarak önerilen refakatçi yapay zekâ uygulamalarına dönersek, yapay zekâyı insan ilişkilerinden yoksun kalanlar için pratik bir çözüm olarak sunan bu fikir esas itibariyle mantıklı olarak görülebilir. Kişiselleştirilmiş refakatçi yapay zekâ uygulamalarının, evden çıkamayan yaşlılara veya sosyal kaygılı bireylere başarılı bir şekilde teselli sunabileceği fikri teorik olarak makul görünüyor. Ancak, pratikte bu yaklaşımın özünde sosyal izolasyonun kök nedenlerini oluşturan ekonomik eşitsizlik, topluluğa düşman kentleşme kültürü ve kırılganlığa sebep olan dijital teknolojilerin yaygın etkilerini gidermek yerine ötelemek yattığını unutmamamız gerekiyor.

Üstelik Metave diğer teknoloji devlerinin kullanıcı katılımı ve veri toplama üzerinden kazanç sağlayan mevcut iş modeli, bu girişimlerin iyi niyetini maalesef sorgulatıyor. Uzmanlar tarafından hemfikir olunan genel kanı, dijitalçözümlerin, ne kadar iyi tasarlanırsa tasarlansın, yüz yüze etkileşimin psikolojik zenginliğini taklit edemeyeceği yönünde.Nörobilimsel araştırmalar, insan beyninin fiziksel varlığa programlı olduğunu vurguluyor: Göz teması, dokunuş ve paylaşılan kahkahalar oksitosin salgılayarak güven ve bağlılığı besliyor. Dijital etkileşimler, sanal gerçeklik üzerinden bile olsa, bu somut boyuttan yoksun kalıyor.

Kaldı ki, bu çabalar ne kadar umut verici olsa da, teknolojik yenilik ile insan merkezli çözümler arasındaaşılması güç, ince bir çizgi yer alıyor. Replika gibi uygulamaların sunduğu yapay zekâ sohbet robotları, izole bireylere arkadaşlık sağlıyor ancak yapay ilişkileri normalleştirme riski taşıyor. Yapay zekâ modellerininyetersiz, hatalı ya da zararlı tavsiyelerde bulunmasına ilişkin etik kaygılarhalen mevcut.

2024 yılında, ABD’de bir yapay zekâ sohbet uygulamasına âşık olduktan sonra intihar eden 14 yaşındaki bir ergenin durumu bu konuda ilk uyarılardan birisi olarak kayıtlara geçmiş durumda. Bu vakada olduğu gibi, refakatçi yapay zekâ uygulamalarının bireylerin sosyal izolasyonunu daha da tehlikeli bir hale getirme riski her zaman mevcut. Hatta, OpenAItarafından yayınlanan bir raporda, ChatGPT’nin gelişmiş ses modu özelliğinin insanlarda ‘duygusal bağımlılık’ yaratabileceği konusunda uyarılarda dahi bulunmuştu.

Psikolojide ‘antropomorfizm’ olarak adlandırılan ve “insanlara ait olan özellik ve duyguların insan olmayan varlıklara atfedilmesi” şeklinde açıklanan bu olgunun, doğal insan sesiyle sohbet edebilen yapay zekâ uygulamalarının yaygınlaşması ile ‘dijital romantizm’e bağlı davranışsal bozukluların sayısında artışa sebebiyet verebileceğinden endişe ediliyor.

Bu konuda çözüm önerileri ise teknoloji tiranlarına bırakılmayacak kadar önemli ve multi-disipliner bir yaklaşımlar farklı alanlardan uzmanların bir araya gelmesini gerekli kılıyor. Eğitim kurumlarının çocuklara aktif dinleme, çatışma çözümü ve kırılganlık sanatını öğreten sosyal-duygusal öğrenmeyi müfredata entegre etmesi, işverenlerin uzaktan çalışmanın izolasyonunu dengelemek için iş birliği, mentorluk ve iş-yaşam dengesini teşvik eden iş yerleri tasarlaması, kent planlamacılarınınetkileşimi teşvik eden mahalleler, erişilebilir yeşil alanlar ile kamusal altyapıyı canlandırması, politikacıların sosyal izolasyona sebep olan sistemik eşitsizliklerlemücadele etmesi ilk etapta düşünülmesi gereken öneriler arasında yer alıyor.

Bireysel düzeyde ise teknoloji kullanımında farkındalık geliştirmek, ekran süresine sınır koyma ve analog hobilerle meşgul olarak yüz yüze etkileşimleri önceliklendirmek gibi teknolojik detokslar önceliklendirilerek körelen sosyal duyular yeniden şekillendirilebilir.

Nihayetinde, yalnızlık salgınını modernitenin çelişkilerini yansıtan bir ayna olarak düşünebiliriz. Helen Keller’ın dediği gibi, “Karanlıkta bir arkadaşla yürümek, ışıkta tek başına yürümekten iyidir.”