E değerli okuyucu ne haber, siyasetten yana aldınız mı ağzınızın payını. Anladınız mı şimdi oradaki 500-600 kişinin umurunda bile olmadığınızı.
Kahve köşelerinde politika üreten şavalaklar ve löküs mekanlarda boyalı yosmalara hava basmak için ‘efendim devletin gizlisi dediydi ki’ diye işkembeden sallayanlar, yan masada ‘arakdaş, iş hayatının öncelikleri’ makarasını saranlar.
Ve sen ey saf ve cahil, garip milletim gördünüz mü ulan!
Biz bu yazı dizisine başlarken askerin politika ile olan münasebetindeki aşırılıkların milletlere neye mal olduğunu tarihsel bir bakış açısından anlatmayı ummuştuk. (hani, hala da umuyoruz)
Kurumların özgül ağırlıklarını kaybetmeleri halinde nasıl da şamar oğlanı olduklarını tarihsel örneklerle anlatmaya devam edelim.
Ve Dünyayı 70 yıl mum gibi titreten bir başka ciheti askeriyenin kısa bir özetini aktaralım. Hiç umudum yok ama belki -birileri- okur da…
Dünya tarihinin iki ünlü anlı-şanlı bir o kadar da kanlı iki devrimi vardır.
Fransız devrimi
Ve
Sovyet devrimi.
Ötesi lafı güzaf.
1917 Mart ayında bazı tarihçilere göre Şubat, başlayan Sovyet devrimi Büyük Savaşın (1914-18) üçüncü ve en kritik yılında patlamıştı. İngiltere ve Fransa, Çarlık Rusya’sı ile birlikte Almanya ile başa çıkmaya çalışıyordu. Kolay değil, koca Avrupa medeniyetinin geleceği söz konusuydu. Durum pek de iyi değildi, Almanya hiç de pes edecek gibi görünmüyordu. İşte böyle bir ortamda Rusya’nın askeri gücü çok önem arz ediyordu. Oysa devrim Rus askerinin savaş meydanlarından bir an önce çekilmesini savunmaktaydı ve kısa zamanda da devrim ve onun fikri temelini kurtarmak adına çok arazi kaybetmeyi göze alacaklar (Brest-Litovsk anlaşması) ve tüm Rus ordularını cephelerden geri çağıracaklardı.
Devrim başlamıştı ama daha bitmesine yıllar vardı. Ülkede çok önemli bir karşı devrim güçleri ortaya çıkmıştı ve tüm bu kuvvetler İngiltere ve Fransa ve hatta Japonya ve ABD tarafından destekleniyordu.
Devrim halka barış ve ekmek vaat etmişti amma velakin bunları yerine getirmesi için ayakta kalması, ayakta kalması için savaşması ve nihayet savaşması için de ordusu olması gerekliydi. Karşısındaki kuvvetler bölük pörçüktü, kimi Çarı tekrar iş başına getirmek istiyor, kimi askeri diktatörlük peşinde koşuyor, kimi meşruti bir monarşiyi hayal ediyordu.
Bunlar ise bir sürü ağzı laf yapan, çok okumuş ve fakat önemli bir çoğunluğu ise fırsatçının Allahı tiplerden oluşuyordu. Muharebede, şaire, münevvere, gitar çalana, ağzı laf yapana falan ihtiyaç yoktu. Askere gerek vardı.
Hem de davası olan askere, karşı tarafta darmadağın da olsa bir dava vardı. Burada dava ne olacaktı ki bu bir güruh asker bozması disiplinli bir ordu olsun.
Hikayesi uzun, ama Troçki adında bir adam Lenin kanatları altında böylesi devasa bir silahlı kuvvet yaratmayı becerecekti. Birkaç bin kişi ile başlayan bu macera milyonluk bir ordu ile devam edecekti.
Tarih boyunca isyanı temsil eden ‘kırmızı’ renk ana sembol olacak ve ona sonraları bir de yıldız eklenecekti.
Kızıl Ordu geçmişine baktığımızda ne zaman siyasi enstrümanların kontrolüne girse yüz kızartıcı yenilgiler aldığını, ne zaman askerliği salt kurallarına uysa ezici zaferler kazandığını görüyoruz.
Stalin bu bağımsız askeri kuvvet olgusundan çok rahatsız olunca 1937-38 senelerinde ordunun tüm parlak subaylarını yok etmişti.
Öylesine komik olaylar yaşamıştı ki Kızıl Ordu geçmişi boyunca; mesela bir ara tüm birliklere politik komiser denen ucube tipler atanmıştı. Askeri kararları Komünist ideolojiye uygun mu diye tartışmak gibi akla zarar bir görevleri vardı. Ayrıca komutanların askeri töre gereği atanmasına karşı çıkıyorlar -seçilmesini- talep ediyorlardı.
Düşünün birlik düşman ateşi altında bunlar toplanıyor ve ‘çekilelim mi, saldıralım mı, bunun komünist düşüncemize ne faydası veya zararı var’ diye tartışıyorlardı.
Bilmem derdimizi anlatabildik mi?