Yıllardır aklımın bir köşesinde hep aynı cevapsız soru; insan babasını öldükten sonra mı tanır? Yaşarken, birlikteyken, hayattayken tanımak, tanıyabilmek, niçin mümkün olmaz? Hep soruyorum ve fakat makul bir cevap bulamıyorum.
Ahh babalar, çocukları gözlerinin önünde büyürken ve sonraki yıllarda “boyundan büyük” işlere kalkışırken, onlar sabırla ve vakur bir edayla, bazen gururla, bazen endişeyle, evlatlarını izlemekle geçirirler ömürlerini. Geleceğe dair bütün hayallerini, hasretlerini, umutlarını oğullarına bırakarak usulca bir kenara çekilmişlerdir; gayrı onların başarıları, sevinçleri, acıları, hüzünleridir babaları duygulandıran. Sanki hayatta değillermiş gibi gelir evlatlarına bu süreç, zira evlatların hepsinin boyundan büyük işi, boyundan büyük meşgalesi vardır; kariyer yapacak, ünvanlar devşirecek, paralar kazanacak, itibar madalyaları takınacaklardır. Şu halde baba “tarihi misyonunu tamamlamış” etkisiz elemandır, evladın ilgisine mazhar olmalarına hacet yoktur!
Ne zaman ki babalar bu dünyadan göçerler ve ne zaman ki kariyer, unvan, para, mevki gibi kavramların içi boş bir büyük yanılsama olduğu fark edilmeye başlanır, o vakit baba hatırlanır. Ve fakat, heyhat, baba yoktur! Geride sadece anılar kalmıştır ve bu anılar üzerinden baba tanınmaya, anlaşılmaya, keşfedilmeye başlanır. Vay be, ne kadar lezzetli, keyifli bir adammış, yahu epey de yakışıklıymış be, hem ne kadar da ileri görüşlüymüş, ilkokul üçten terk bir adam nasıl bu denli bilgili olabilmiş, nasıl bu dünyanın yükünü taşıyabilmiş… Sorular, sorular, sorular.
Babamdan sonraki ilk şoku, babamın bir yetim olarak büyüdüğünü öğrendiğim günlerde yaşadım. Ne kadar hazin, bir yaşındayken babasını kaybediyor ve hayatı boyunca hiç ağzından “baba” sözcüğü çıkmadan bir ömür geçiriyor. Evlatlarım bana ne vakit “baba” dese ilk aklıma gelen hep babam oluyor ve derin bir hüzne kapılıyorum her seferinde. Ve ben öylesine gaddar bir çocuğum ki, hayatı boyunca bir kez olsun ağzından “baba” kelimesi çıkmamış bir adama, bir kez olsun “baba” demedim, diyemedim, bu suç ve bu günah da bir ömür bana yeter!
Babamdan sonraki ikinci şoku, ben doğmadan birkaç ay evvel Almanya’ya gittiğini öğrendiğim günlerde yaşadım. Bir oğlunun dünyaya geldiğini mektupla öğreniyor, ne hazin! Ve beni ilk gördüğünde belki de iki yaşında bir çocuktum! Yıllardır sorduğum bir başka soru da şudur; doğru dürüst ana dilini bile konuşamayan ve Anadolu’nun bir dağ köyünde doğmuş bu çocuklar, henüz doğmamış evlatlarını bırakıp gavur memleketlerine niçin gittiler? Dilini, dinini, yolunu bilmedikleri o “Alaman” ellerinde nasıl yol buldular, iz buldular, o koca şehirlerde kaybolmadan nasıl geri gelebildiler? 60’lı yılların sonlarında Almanya’ya giden bu kuşağın şöyle adam gibi, derli toplu, ne bir filmi çekildi, ne de bir romanı yazıldı, içimde büyüyen bir başka yara da budur.
Ve babamdan sonra tam on yıl geçti, benim için on asır. 2006’nın ilk saatlerinde göçtü öte dünyaya, şimdi 2016’nın ilk günlerindeyiz. Ve ben bu on yılı belki de sadece babamı tanımakla geçirdim. Goriot Baba ne güzel söylüyor; “Baba olduktan sonra Tanrı’yı tanıdım.” Ve gerçekten de böyledir, insan baba olduktan sonra hayatı tanıyor. Ve göçtükten sonra babayı…
Hüzünlendim ; kalemine ve yüreğine sağlık