Bu kez kesin kararlıydım, ne pahasına olursa olsun onu işe göndermeyecektim. Evet, her seferinde aynı diyalog yaşanıyordu aramızda ve her seferinde beni bir şekilde atlatıyordu. Ama o gün kararlıydım, gerekirse sabaha dek uyumayacak, ondan evvel dış kapıyı tutacak ve bu kez onu kesinlikle engelleyecektim!
Ve gerçekten de dediğimi yaptım, henüz güneş doğmamıştı ki uyandım ve dış kapıyı tuttum. İş kıyafetlerini giymiş ve şapkasını eline almış evden çıkmaya çalışırken yakaladım! Hep böyle yapardı, biz çocukların uykusu bölünmesin diye sessizce kahvaltısını yapar ve güneş doğmadan inşaatın yolunu tutardı. Ama bu kez yakalamıştım artık, elimden kurtulamazdı! Delikanlılık çağımın verdiği acımasız bir öfkeyle giriştim:
-Nereye gidiyorsun?!
-İşe gidiyom oğlum.
-Ben sana inşaatta çalışmayacaksın demedim mi?!
-(Ürkek bir sesle cevapladı) Dedin…
-Peki niye gidiyorsun?!
- Eeee, ne yeyip içeceğiz?
-Yemeyelim, aç kalalım, gitme inşaata, ben arkadaşlarımdan utanıyorum!
Evin duvarlarında yankılanıyordu bağırdığım kelimeler, o denli öfkeliydim. “İyi, tamam o zaman, gitmeyelim, aç kalalım” dedi ve usulca gidip kanepeye oturdu. Öfkem hala geçmemişti, “evet, aç kalalım, yeter ki beni utandırma!” diye bağırdım! Bir ara durdum ve yüzüne baktım, ağlıyordu! Babamı hayatımda ilk kez o gün ağlarken gördüm ve üstelik ağlatan bendim; yani onun tek oğlu, yani ömrü boyunca bir tek tokat bile atmadığı sarı oğlu!
Sonraki yıllarda biraz büyüdüm ve galiba biraz da akıllandım, babamın inşaatlarda amelelik etmesi eskisi kadar gururuma dokunmuyordu artık. Hatta bazen, elbette gizli gizli, çalıştığı inşaata gidip, kum çuvalını yahut çimento torbasını sırtlamasına yardımcı oluyordum!
Sonra işte, zaman çok çabuk geçti ve ben de çok çabuk büyüdüm! Dağlarda doğmuş ve ilkokul üçten tasdiknameli bir babanın oğlu olarak üniversitelere gittim, çok büyük şehirlerin bulvarlarında ve otellerinde ve pavyonlarında ve meyhanelerinde ve meydanlarında gezindim, boyumdan büyük işlere, ilişkilere, belalara girip çıktım…
Babamın inşaatlarda çalışarak kazandığı ve “okusun, büyük adam olsun” diye gönderdiği paraların tamamını kitaplara,- ama asla ders kitaplarına değil- ve ucuz şarap şişelerine yatırdım! Bir yudum bile içmezdim, hâlâ da içmem, içkinin bütün kötülüklerin anası olduğuna hep inandım, gördüm, şahit oldum. Ama fakülte yıllarımda düşüp kalktığım arkadaşlarımın tamamı alkolikti! Paraları yoktu ya da vardı da yoktu, bilmiyorum, ama ben kitaplardan artan paramın tamamını onların içki ve mezelerine harcadığımı biliyorum.
Sonra işte, bu güzel şehre düştü yolum… Geldiğimde yatacak yerim yoktu, ama beş yıl sonra şehir meclisinde aza olarak oturuyordum! İşim vardı, aşım vardı, itibarım vardı, siyaset pazarında namım vardı, söyleyecek sözüm vardı...
Daha önce de defalarca söyledim; bu şehir bana hak ettiğimin çok daha fazlasını verdi.
Bunca yaşanmışlığa rağmen, şimdi bana deseniz ki, “bir dilek tut ve o dileğin derhal gerçekleşecek”; hiç duraksamadan babamla inşaatlarda çalıştığımız günlere dönmek isterim.
Ama bu kez kum çuvalını ve çimento torbasını ben sırtlamak şartıyla…