“Büyük boğazlaşma” başlıyor!
Kemal Bey Ankara ili Boğazlıyan Kazası’na 1915’in Ocak ayında kaymakam olarak atandığında otuz yaşında ve altı yıllık bir memurdu. Bir büyük savaş başlamıştı, biz de içindeydik ve kelimenin gerçek anlamıyla bir “ölüm-kalım” savaşı veriyorduk. Sarıkamış Vak’ası ordunun ve milletin moralini çok fena bozmuştu, pek çok cephede çarpışıyorduk ve üstelik böyle bir büyük savaşa ruhen de, fiziken de, hazır değildik. Bir yandan İngiliz, Fransız ve Rus ordularıyla savaşırken, öte yandan gayr-ı müslim ve bilhassa Ermeni partizanların yarattığı sıkıntılarla uğraşıyorduk. Moğol İstilasında bile görülmemiş bir “boğazlaşma” ile karşı karşıya idik, gerçekten berbat bir dönemdi.
Mecburi karar; tehcir!
İşte böyle bir atmosferde, Anadolu’da yaşayan Ermeni nüfusun Suriye topraklarına tehcir edilmesi kararı alındı. Dönemin İttihat-Terakki Hükümeti tarafından alınan bu karar, ivedilikle bütün vilayetlere talimatname olarak gönderildi. Emir yüksek makamlardan gelmişti, mülki idare amirlerine düşen, bu emri tez vakitte uygulamaya sokmaktı, kaymakam Kemal Bey de tam olarak bunu yaptı! Kendi bölgesindeki Ermenilerin 24 saat içerisinde yola çıkması gerekiyordu ve bu emri uygulamak elbette kolay değildi. Uzatmayalım, bölgede yaşayan Ermeni aileler, bir gün içinde yollara döküldüler. Ama tarihin berbat ve çok kaotik bir dönemiydi, kimin kime ve ne amaçla saldırdığı belirsizdi, deyim yerindeyse Anadolu’da “at izi it izine karışmış durumdaydı.” Savaş ve bilhassa “iç savaş” en kirli, en ahlaksız savaş türüdür; silahlar patlar, insanlar ölür, ama kimin kimi niçin öldürdüğünü asla bilemezsiniz. Bu göç sırasında saldırıya uğrayanlar oldu, ölenler oldu, kaybolanlar oldu, sakat kalanlar oldu. İnsani ve vicdani açıdan bakıldığında sahne gerçekten dramatikti. Ama 1915 yılında vicdan bu toprakları terk etmiş bulunuyordu.
Cihan Harbi nihayet 1918 sonlarında bitti, yenilenler defterine bizim de adımızı yazdılar. Ama bu kadar uzun süre ve kahramanca savaşabileceğimizi hiç kimse tahmin etmiyordu! Hepsi bir yana, Çanakkale savunması tarihin akışını değiştirmeye yetti. Evet, nihayet savaş bitmiş, ama çilemiz bitmemişti! Bu kez işgaller ve tutuklamalar başladı. Damat Ferit Paşa “hainlik” derecesinde pısırık ve karaktersiz bir politika izliyordu. İngilizler bir istese, “bir yetmez efendim, beş, on, yirmi verelim” şeklinde kişiliksiz bir vizyon ortaya koyuyordu. Saray ve Hükümet, imkan olsa İttihatçı kadroların tamamını kurşuna dizecek kadar öfkeliydiler. Yaşanan bütün felaketlerin tek suçlusunun İttihat Terakki kurmayları olduğuna inanıyorlardı ve bu harekete karşı akıl dışı bir öfke ve düşmanlık besliyorlardı.
Ve nihayet tutuklamalar 1919 yılının ilk günlerinde başladı. Aslında daha önceki aylarda da tutuklamalar olmuştu, ama bu daha alt seviyeden subaylarla sınırlı kalmıştı. İlk tutuklanan yüksek rütbeli subay, Ali İhsan (Sabis) Paşadır ve bu çok doğaldır, zira İngilizlere Altıncı Ordu Komutanı olarak Musul bölgesinde kök söktürmüş ve büyük kayıplar vermelerine sebep olmuştur. Gerçekten çok cesur, inançlı ve donanımlı bir generaldi, “ilk tutuklananlar” arasına alınması şu halde eşyanın tabiatı gereğidir! (Bu vatansever Paşa, Malta Sürgününden sonra ve belki de evine bile uğramadan, 1921 yılının ilkbaharında, doğruca soluğu Ankara’da aldı. Milli mücadeleye aktif katılmak istiyordu, ama ona Ankara’da hiç kimse “hoş geldin” demek nezaketi bile göstermedi. Ankara sanki “büyük zaferden” emindi, görev paylaşımı ve zaferden sonraki idari taksimat çoktan yapılmıştı, şu halde fazla “kahramana” hacet yoktu!)
(Devam edecek)