Başlıktaki tanımlama Nazım Hikmet’e ait ve pek güzel, herhalde Mehmet Akif iki kelimeyle bu kadar “tam” anlatılabilirdi.
"Kurtuluş" arayanlar
Geçen yüzyıla damgasını vurmuş her “çocuk” gibi, o da kendisini “memleketi kurtarma” tartışmalarının tam ortasında buluyor. Şimdi burada bir soru sormak “vacip” oldu; peki Osmanlı Türkiyesi’nde ve 19. asrın son çeyreğinde doğmuş, eh biraz da mürekkep yalamış bir çocuğun, “memleketi kurtarmak” fikrinin dışında kalma ihtimali var mıydı? Soru budur ve cevabı pek kısadır; hayır, o şartlarda imkansızdır!
Reçeteler
Tarih bütün sıkışmışlığı ve ağırlığıyla Osmanlı ülkesinin üzerine çöküyordu, kafası çalışan, okur yazar olan herkes, ama istisnasız herkes, bir büyük felaketin kapısında durduğumuzu görüyordu ve “can havliyle” kurtuluş reçeteleri hazırlamakla meşguldü. Mehmet Akif’in doğduğu günlerde makbul kurtuluş reçetesi “Osmanlıcılık”tı. Bu fikriyatın kabulü ve uygulanması halinde memleketin parçalanması engellenebilecek ve yorgun imparatorluğun ömrü uzayacaktı. Ama bu fikri ve siyasi akım, “milliyetçilik” rüzgarlarının çok sert estiği bir çağda etkili olamazdı, nitekim olamadı.
İslamcılık’ta karar kılıyor
İslamcılık fikriyatı aslında Osmanlıcılık akımının revize edilmiş hali gibi görünüyordu, ama kuşkusuz coğrafi anlamda biraz daha daralmak şartıyla. Nihayetinde bu fikriyat, İslam’ın birleştirici gücüne yaslanıyordu ve doğal olarak, Osmanlı Türkiyesi’ndeki Müslüman ahaliye hitap ediyordu. Ve 20. yüzyılın başlarında genç şair Mehmet Akif Bey’i “İslamcılık” fikriyatının içinde görüyoruz. Kuşkusuz başka “reçeteler” de var o yıllarda; örneğin “Türkçülük” nazariyesi yüzyılın başında güçlü bir siyasi harekete dönüşmüş durumdadır, ama Mehmet Akif Bey bu “popüler” akımın hep ve daima dışında duruyor. O kadar ki, İttihat Terakki’nin ve daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa’nın içinde yer aldığı dönemde dahi, hiçbir zaman “Türkçü” olmuyor ve İslamcılık fikriyatından taviz vermiyor.
Marşı kim yazdı?!
“İstiklal Marşı” yarışmasına bir hayli gönülsüz ve Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in “ısrarları” üzerine katıldığını biliyoruz. Gerek bu zoraki katılımı, gerekse on kıtalık marşın hiçbir dizesinde “Türk” kelimesinin bir kez olsun yer almamış olması, her daim eleştiri konusu oldu ve hatta, bu noktadan hareketle, “acaba bu marşı M. Akif yazmadı mı?” diye soranlar bile çıktı zaman içinde. Oysa bu şiiri Akif’in yazdığı şiirin her kıt’asında açık seçik görülebiliyor. Zira İstiklal Marşı şiiri, tam olarak “milli” ve “İslami” söylemin estetize edildiği bir edebi metin olarak gün gibi ortada duruyor.
Ve Mısır’da “gönüllü sürgün”
19. ve bilhassa 20. yüzyılın ortalarında Mısır, İslamcı nazariyenin merkezi olarak ortaya çıkıyordu. İslami eğitim almak isteyen her Müslüman genç, kapağı Kahire’ye veya İskenderiye’ye atmanın yollarını arıyordu. Her ne kadar bu dönemde Mısır tam bir İngiliz sömürgesi konumundaysa da, yine de İslami eğitim ve bir siyasi akım olarak İslamcılık, Kahire’de, El-Ezher Üniversitesi’nde, vücut buluyor ve buradan da bütün İslam coğrafyasına hitap edebiliyordu. O halde ve demek ki, Mehmet Akif Bey’in Cumhuriyet Türkiyesi’ni terkinden sonra Kahire’yi tercih etmesini de buraya bağlayabiliriz. Elbette İslamcı bir münevverin o çağda sığınabileceği bir limandı Mısır. Ve Akif bu limana sığındı.
Niçin “büyük şair”
Şiirlerinde hiç kuşkusuz “milli” ve “İslami” bir tonlama öne çıkıyor, lakin gözlerden kaçan bir nokta var ki, bu da, yoksulların ve çaresizlerin de duygularına pek çok şiirinde tercüman olduğudur. Ve bana göre Mehmet Akif Ersoy’a “büyük şair” ünvanı veriliyorsa, ki elbette bu ünvanı hak ediyor, İstiklal Marşı şairi olmanın ötesinde, yoksulların, çaresizlerin, itilmişlerin, kakılmışların da şiirini üst düzey bir estetik kaygı ile yazabilmiş olmasındandır, vesselam.