Yanılmıyorsam 1987’nin sonbaharıydı, Kütahya’da talebelik hayatımın ilk günleri. Bir grup “sol-Kemalist” arkadaş buldum kendime, şehrin Cumhuriyet Caddesi’nde aylak aylak geziniyoruz. Muhtemelen bir hafta sonuydu, belki de cumartesi, “Erbakan Vazo’nun oradaki meydanda miting yapıyor” diye bir haber geldi kulağımıza. 12 Eylül’ün yasakları kalkmış, siyaset yeniden “şenlenmiş”, “renklenmiş” ve siyasetin en sıra dışı aktörlerinden birisi ayağımıza gelmiş, koştuk meydana.
Yemin bir türlü başlamadı!
Meydan çok kalabalık değildi, nihayetinde o yıllarda Türkiye’de çok güçlü bir “Özal rüzgarı” esiyordu ve dindar-muhafazakar kesimi tamamıyla kapsamı altına almış bulunuyordu, şu halde miting meydanının kalabalık olmaması pek doğaldı. Ama yine de Erbakan Hoca, yedi yıllık bir aradan sonra, ilk mitinglerini yapıyordu ve üç bin kişilik değil de, sanki üç yüz bin kişilik bir kitleye hitap edercesine coşkuyla, samimiyetle, konuşuyordu. Nihayet miting bitti ve her mitingin sonunda tekrarlanan “yemin merasimi” faslına geçildi. Alandaki herkes sağ elinin başparmağını gökyüzüne kaldırdı ve beklemeye başladı. Ama ve fakat, Erbakan Hoca bir türlü yemine başlamıyordu! Yaklaşık bir dakika geçti, meydanda muazzam bir sessizlik var ve yemin her nedense başlamıyor! Birden mikrofondan Hoca’nın sesi gürledi; “Hey oradakiler, siz İsrail’den yana mısınız?!” Bir anda meydan buz kesti ve bütün başlar bizden yana çevrildi! Evet, Erbakan Hoca bize, yani bana ve yanımdaki 3-4 arkadaşıma sesleniyordu! Saniye düşünmeden kollarımızı kaldırdık ve başparmağımızı gökyüzüne açtık. “Hah şöyle” dedi memnuniyetini ifade etmek için ve sonra hep birlikte yemin ettik. Evet, elbette ben de ettim.
Hem solcu, hem Erbakancı!
O mitingin ve o günkü yeminin etkisi ne kadardır bilmiyorum, ama ömrümün o günden bu güne geçen bütün evrelerinde, aklım erdiğince, İsrail ve Siyonizm karşıtı bir siyasal duruşu her daim düstur edindim. Ve hep Siyonist hareketin ülkemizi bir “üs” olarak kullandığını düşündüm ve gücüm ne kadarsa o kadar, bu yapıya karşı mücadele verdim, hala da aynı yerdeyim. Hiç kuşkusuz 28 Şubat sürecinde de bir solcu ve sosyalist olarak “Erbakancı” idim! (Nasıl yani, hem solcu hem de Erbakancı nasıl olunur? diye şaşkınca soracak olana cevap; olunur kardeşim, lakin, senin aklın ermez, bu başka hesap). 28 Şubat tam bir “şarlatanlar tiyatrosu” idi, tertipçiler toplumun “salak” olduğundan o denli emindiler ki, ilkokul çocuklarını bile ikna etmekten mahrum bir sürü saçmalık icat ediyorlar ve her akşam televizyonlarda halkımızın beynine hücum ediyorlardı!
Son hamle ve fakat…
Ve Nihayet Refah-Yol Hükümeti bu kepazeliğe ve baskıya daha fazla dayanamadı ve henüz bir yılını bile doldurmadan, istifa etmek zorunda kaldı! Yerine başkaları geçti, Türkiye’yi güçsüz ve mecalsiz bırakmak için ellerinden geleni yaptılar, har vurup harman savurdular. 1997-99 yılları Türkiye’nin son derece istikrarsız ve güvensiz olduğu bir dönemdi. Türkiye ekonomik sorunlarla ve bankacılık skandallarıyla anılır olmuştu. 1999 seçimlerinde ortaya bir siyasi tablo çıktı, Erbakan Hoca son bir kez bu tabloyu kendi zaviyesince değerlendirmek için atağa geçti, Devlet Bahçeli’ye Başbakanlık önerdi! Bahçeli her zaman yaptığını yaptı, Hoca’yı sert bir dille reddetti, ama Ecevit’in yardımcısı olmayı kabul etti!! Bu hamle, Erbakan Hoca’nın tam 30 yıllık siyasi mücadelesinin son vuruşuydu, ama etkili olamadı. Belki de siyaseten kendi döneminin kapandığını o gün anladı.
Vicdan ve Erbakan
Bana gelince; hayatım boyunca her daim altta kalana, itilip kakılana, devlet ve toplum tarafından dışlanana, ötekileştirilene yakın oldum, olmaya çalıştım. Nerede bir ahlaksızlık varsa, nerede bir haksızlık, adaletsizlik, yalan, dolan varsa oraya öfke duydum, isyan ettim. Ve herhalde Erbakan Hoca hem katıksız bir “millici”, hem de devletin her daim dışladığı, hakir gördüğü bir evladımızdı. Şu halde Erbakan’ı yazmak benim için vicdani ve insani bir görev olarak ortada duruyordu, bunu yaptım. Rahmetle anıyorum, mekanı cennet olsun.