“Anadolu ve Rumeli ufkun iki ucunda iki ahşap konak gibi yanıyor; yangından çıkanların uçan saçlarıyla ufukta insanlar koşuyor: Doksan üç muhacirleri… Muhacir, gideceği yer olmadan biteviye yürüyen hayalettir; adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yiyecektir. (…) 93’te ölümün uykudan uyanmış gibi sersem bir hali vardı: kudurmuş kurt bile, kazalaşan kader bile ölümü bu kadar haksız bir şekle koyamamıştır. Dünyanın her yerinde aczin dört şekli (çocuk, kadın, hasta, ihtiyar) Moskof bayrağı altında yürüyen ölümün ilan ettiği müsavat önünde bir asker gibi demirle öldürüldü. 93 muhacirinin Edirne’de gömleği, Ayastefanos’ta eti, İstanbul’da derisi yoktu.”
Sığınak Anadolu, her çağda!
Yukarıdaki alıntı, Mithat Cemal Kuntay’ın meşhur “Üç İstanbul” adlı eserinden. Roman mı, isyan mı, ağıt mı, şiir mi, karar veremiyorum. 1293’ün (1878) Şubat ayından başlayarak Kafkasya’da ve Rumeli’de yaşayan milyonlarca insan, sonbahar yaprakları gibi savrularak ve titreyerek, Anadolu’ya sığınıyordu. Her çağda ve her daim böyledir, Anadolu hep darda kalanın, derde düşenin, yurtsuz kalanın tek umudu, tek barınağı olmuştur. Herhalde bizim Diyarbakır’lı şairimiz Ahmed Arif’e; “Beşikler vermişim Nuh’a/ Salıncaklar, hamaklar/ Havva Anan dünkü çocuk sayılır/ Anadoluyum ben, tanıyor musun?” dedirten tam da budur. Anadolu binlerce yıldır evsizlere yurt, dertlilere dert durağıdır, dün de öyleydi, bu gün de öyledir.
Herkes kör, sağır ve dilsiz!
Ve şimdilerde görüyoruz ki, Suriye toprağındaki yangından kaçabilen masum insanların sığınağı yine Anadolu olmaktadır. Şimdilik bizim tarafa geçen muhacir sayısının üç milyona yaklaştığı söyleniyor. Kapıları açsak, herhalde bu sayı on milyonu geçecek. Dünya seyrediyor, Batı seyrediyor, Birleşmiş Milletler seyrediyor ve bütün dünyanın gözü önünde tarihin en trajik sosyal olaylarından birisi cereyan ediyor. Ve dikkatimi çeken bir başka husus, maşallah hepimiz profesyonel siyasetçi kesildik son yıllarda, bu garibanlara bile öfkemizi siyasi kavramlarla kusuyoruz! “Ülkesini savunacağı yerde gelmiş burada dileniyor!” diyor mesela bir siyaset filozofu. Bir başka siyaset filozofu daha da ileri götürüyor analizini; “Bunların suçu var ki ülkesinden kaçıyor, suçu yoksa niye kaçsın?!”
İç savaşlar lanetli ve kirlidir
Evet, elbette bizim için kolay değil üç milyon muhacire ev sahipliği yapmak. Elbette biliyorum gelenlerin hepsi masum değil, içlerinde terörizme bulaşmış aktörler de vardır, bize zarar verebilirler, bunu da biliyorum. Ama işin gerçeği ve bakmamız gereken esas nokta şurasıdır; bu insanlar kendi ülkelerinde yaşarken, birden bire, bir iç savaş patladı! Ve iç savaşlar, savaş türünün en lanetli olanıdır, savaşın en aşağılık olanı, en kirli olanı iç savaşlardır ve Suriye’de yaşanan tam da budur. Kimin haklı, kimin haksız olduğu bu bağlamda bizi ilgilendirmemeli. Burada meseleye tamamen “insanî” temelden bakıyorum ve buradan baktığımız zaman meselenin vehameti ve derinliği daha net görülüyor.
İHH tamam, başka?
Ve beni şaşırtan bir başka nokta da şudur ki, devlet ve kamu kaynaklı katkıları bir kenara koyacak olursak, sivil toplum kuruluşlarından insani yardım organize etme noktasında kayda değer bir duyarlılık göremiyoruz. Ve bu anlamda sahnede aktif olarak benim gördüğüm tek sivil toplum kuruluşu İHH, İnsani Yardım Vakfı. İnsanlık kanıyor, ama sivil toplum kuruluşları, dernekler vs. meseleye sürekli siyasi cevap yetiştirmekle meşgul. Dedim ya, maşallah hepimiz milletcek siyasi uzman kesildik!
Dileğim ve duam odur ki, bu topraklarda yaşayan hiç kimse, hiç birimiz, muhacir olmak nedir bilmeyelim! Allah muhafaza, eğer bir gün böyle bir bela kapımızı çalarsa, (Suriyelilerin yine de bir Anadolu sığınağı vardı) bizim gidecek yerimiz de yok, bilmem farkında mısınız?