Şimdi tam da burada bir parantez açalım; bizim milliyetçi-muhafazakar münevverimiz uzun yıllar boyunca Nazım Hikmet’e “vatan haini” muamelesi yaptı, lanet okudu. Herhalde Nazım Hikmet’in büyük dedesinin hayat hikayesinden haberleri yoktu. Müşir M. Ali Paşa, (Nazım Hikmet’in annesinin dedesi) küçük yaşlarda Osmanlı’ya sığınmış Doğu Avrupa kökenli bir mülteci idi. Sonraki yıllarda Müslüman oldu, Bab-ı Âli’ye girdi, askeri okula yazıldı ve müşir (general) rütbesine kadar yükseldi. Kırım Harbine ve 93 Harbine katıldı, Berlin Konferansı’nda devleti temsil eden heyette yer aldı. Ve bundan kısa bir süre sonra da, Kosova’da, ayrılıkçı Arnavut isyancılarla girilen bir çatışmada şehit düştü!
İsyan ve elebaşı Nazım!
Parantezi kapatalım ve tekrar 1930’lu yıllar Türkiye’sinde bıraktığımız Nazım Hikmet’e dönelim. 1938 yılına geldiğimizde, Cihan Harbi neredeyse “patlamak” üzereydi ve Ankara’nın gözü-kulağı Berlin’deydi. Hem rövanşı Almanya’nın alacağına inanılıyordu, hem de önceki Cihan Harbi’nde yenildiğimiz devletlerin Almanya eliyle “dayaktan geçirilmesi” elbette bizim milli gururumuzu da okşayacaktı. Ve birdenbire, Kara Harp Okulu ve Deniz Harp Okulu’nda bazı talebelerin Nazım Hikmet kitapları okuduğu, bu yolla komünist faaliyet yürüttükleri, isyan provası yaptıkları yolunda bir “patırtı” koptu ve bazı talebelerle birlikte Nazım Hikmet de tutuklandı!
Özgürlük için destan
Tutuklandığında bu denli uzun mahpus yatacağına muhtemelen kendisi de inanmıyordu. Niçin inansındı ki, ne isyandan haberi vardı, ne okunan kitaplardan! Hem dayısı Ali Fuat Paşa (Cebesoy) hükümette bakan koltuğundadır. Yattığı koğuşta kulağına, İsmet Paşa’nın da suçsuz olduğuna inandığına dair haberler ulaşmaktadır, hele bir de şu Kurtuluş Savaşı Destanı isimli muhteşem eser bir bitsin, haftasına kalmaz dışarı çıkacaktır!? Gerçekten de çok güzel bir destan yazdı, Mustafa Kemal Paşa’yı “sarışın bir kurt’a” benzetti ve bana göre, Milli Mücadelemizin en güzel destan şiiri, hâlâ Nazım’ındır.
Mahpuslarda unutulmak
Ama çok tuhaf, ne dayısı Ali Fuat Paşa’nın gücü yeter Nazım’ı dışarı çıkarmaya, ne de Kurtuluş Savaşı Destanı’nın! Henüz 36 yaşındaki bu genç adam, resmen mahpushanelerde unutulmuş ve çürümeye terk edilmiş durumdadır. Nazım Hikmet’in bu büyük “unutuluşunda” sosyalist olmasının mı, yoksa İbrani asıllı olmasının mı payı daha büyüktür, doğrusu bunu cevaplayacak durumda değilim. Ancak, gerek Nazım’a yapılan bu hukuk dışı muamele, gerekse 1942 yılında Yahudi asıllı iş adamlarının Aşkale’ye gönderilmesi, dönemin iktidarının Berlin’e olan duygusal angajmanının devam ettiğini gösteriyor. Herhalde 1942 yılında bile Hitler’in savaşı kazanma ihtimali Ankara’nın hakim bürolarında konuşuluyordu.
Bir mahpushaneden diğerine!
Hülâsa, 1938 yılında başlayan mahpusluk macerası tam 12 yıl sürdü ve 1950 yılında son buldu. Dışarı çıktı, ama hâlâ tedirgin ve hâlâ kaygılıydı. Nihayetinde 15 yaşında “devlet defterine” girmiş bir adamdı ve belli ki bu “defterden” kıyamete kadar çıkamayacaktı! 1951 Haziran ayında, maceralı bir şekilde Türkiye’yi terk etti, Romanya üzerinden Moskova’ya geçti. Nazım Hikmet’in Moskova yılları, ki bu da tam 12 yıl tutar, ikinci bir “mahpusluk” dönemidir, acılıdır, çilelidir, pişmanlıklarla yüklüdür. Kemal Tahir’e yazdığı bir mektubunda, “buralara hiç gelmemeliydim, memleketimin dağları beni saklardı” diye yazdığını hatırlıyoruz.
Ve dedelerinden ikisi cephede savaşırken şehit düşmüş, Türkçe yazdığı şiirler dünyanın her tarafında beğeniyle okunan yurtsever bir şairin Türkiye’de çok uzun yıllar hoyratça itilip kakılmış olmasının, Nazım’dan daha çok, bu ülkeyi yaraladığından hiç kuşku duymuyorum, hepsi bu kadar.