Bin dokuz yüz otuz sekiz, cihana
Kırtıllar köyünde geldin dediler
Babama Muharrem, anama Döne
Dedim, sen atayı bildin dediler.
“Yaşarken efsane olmak” diye bir deyim varsa, Neşet Ertaş buna tam örnektir. Üstelik ömrünün son deminde de değil, ta gençlik yıllarından beri böyledir, her ölümlüye nasip olmaz!
Dedeleri Horasan’dan (muhtemelen Cengiz Han’ın zulmünden kaçarak) Anadolu’nun tam ortasına gelip yerleşmişler. Abdallar, diğer Türk boylarından farklı olarak, fazla mala mülke tamah etmezler, “dünyevi” kavramlardan pek hazzetmezler ve hayatın daha “ince” alanlarında gezinmeyi tercih ederler; meselâ türkü söylemek, halay çekmek, çalgı çalmak gibi. Hadi daha açık ve dürüst olalım, keyiflerine daha düşkündürler. Zaten niçin geliyoruz ki dünyaya, çalışıp para biriktirmek için mi? Bu gerekçeyi bir abdal’a asla ve kat’a anlatamazsınız!
Dizinde sızıydı anamın derdi
Tokacı saz yaptı, elime verdi
Yeni bitirdiydim üç ile dördü
Baban gibi sazcı oldun, dediler.
A. Hamdi Tanpınar’ın Konya için yaptığı o muhteşem tanımlamaya nazire yaparak söyleyeyim; Neşet Ertaş Anadolu’nun tam çocuğudur. Anadolu’nun o bin yıllık mahcupluğu, ezilmişliği, garipliği, vakurluğu, feraseti, yiğitliği, onun sesinden ve mızrabından sıyrılıp, hepimizin boğazında ve yüreğinde çöreklenir, kalır. Duyduğumuz gayrı sadece “türkü” değildir, dinlediğimiz gayrı salt “bağlama” değildir; Anadolu’nun bin yıllık feryadıdır ve Neşet Ertaş’ı kıyamete kadar bize eş tutan, kardeş tutan, unutulmaz yapan, vazgeçilmez kılan nokta, tam da burasıdır.
Zalim kader devranını dönderdi
Tuttu bizi Çiçekdağı’na gönderdi
Babam saz çalarken bana zil verdi
Oynadım meydanda köçek dediler
Kimi bünyelerde mutevazı olmak, alçak gönüllü görünmek, bir nevi ukalalık olarak tezahür eder. Adam alçak gönüllü olmaya çalıştıkça, altında gizli bir kibir olduğunu hayretle görürsünüz. Amma ve lâkin, bu kavram, Neşet Ertaş’ın şahsında gerçek hüviyetine kavuşur. Yüzüne bakın, gözlerine bakın, kudretten miras bir alçak gönüllülüğün bu çelimsiz bedende nasıl da memnun ve müstehzi bir ifadeyle gezindiğine şahit olacaksınız. Herhalde kendi eserlerinde hep ve sadece “Garip” mahlasını kullanmış olmasını başka türlü izah edemezdik. Bu “yalan dünyaya” mülk edinmek için değil, “kul olmak” ve “insanca yaşamak” için geldiği o kadar belliydi ki, bunu görmek için yüzüne bakmak yeterdi.
Yerköy’den Kırıkkale’ye geldik
Babam saz çalarken biz cümbüş aldık
Kırşehir’e varınca kemanı çaldık
Aferim arkadaş, çaldın dediler.
Allah bazı kullarını, sadece “bir şey” yapmak ödevi verir ve bu şartla dünyaya gönderir. Yani bir anlamda kal-ü belâda yaptığı sözleşmenin haricinde, bazı kullarıyla, “özel sözleşme” yapmış gibi gelir bana. Ve eğer böyle ise, Neşet Ertaş’ı bu fani dünyada sadece ve sadece saz çalıp, türkü söylemeye ve başka da hiçbir işten anlamamaya görevlendirdiği kesindir!
Ve Neşet Ertaş’ın da, bu ilahi sözleşmeye ömrü boyunca sadık kaldığı su götürmez bir hakikattir. Demek ki bu görevlendirmeden, belki de mahkumiyet demeliyim, son derece memnundu. Demek ki bu mahkumiyet kararının her kula nasip olmayacak bir zenginlik olduğunu biliyordu.
Belki de bu nedenle hiç isyan etmedi.
Belki de bu nedenle hiç şikayet etmedi.
Bu “cezaya” razıydı, gereğini yaptı, cezasını çekti ve geldiği yere gitti.
İyi ki geldi, iyi ki gitti…