Türk aydını’nın tarihi, aynı zamanda hayal kırıklığının da tarihidir. Yaklaşık iki asır tutan bir “modernleşme” tarihimiz var ve ilginçtir, hâlâ Türk aydın’ı, (Cemil Meriç olsa “münevveri” derdi) ülkesini bütün dertlerden, sıkıntılardan, belalardan koruyacak bir kurtarıcı, bir ideoloji, bir mucize yahut bir “Mesih” bekliyor!
“hasta adamın” ilacı
19. asırda Batı, Osmanlı Türkiyesine ölüm döşeğindeki “hasta adam” gözüyle bakıyordu ve yeni yeni palazlanan Türk aydını, bu tanımlamadan çok rahatsızdı. Batılıların kibirli bir dille tanımladıkları bu “hasta adam” bir an evvel ayağa kalkmalı ve eski güzel günlere yeniden dönebilmeliydi! Peki bu nasıl olacaktı; elbette Batılılaşarak! Nasıl ki Batı modernleşmesini tamamlayarak bu denli güçlü bir medeniyet inşa edebilmişti, pekâlâ biz de bunu aynı yoldan giderek başarabilirdik! İşte Tanzimat ve “Tanzimatçılık” akımı, bu konjonktürün eli mahsulüdür. İlber Ortaylı’nın “imparatorluğun en uzun yüzyılı” diye muhteşem bir ifadeyle tanımladığı bu dönem, ne yazık ki devletin toparlanmasını sağlamayacak, olsa olsa biraz daha “hasta adamın” ömrünü uzatmaya vesile olabilecektir.
Hayal kırıklığının en büyüğü
Sonraki en büyük hayal kırıklığı, hiç kuşkusuz Jön Türkler ve devamında Meşrutiyetçi aydın kuşağıdır. Yüzyılın sonlarında “İttihat Terakki” diye bir siyasi harekete dönüşecek olan bu nesil, öyle sanıyorum ki İmparatorluğun en talihsiz, en cesur ve fakat en büyük hayal kırıklığına uğramış kuşağıdır! Büyük sıkıntılar ve özverilerde bulunarak, büyük bir tantanayla çok sevdikleri ülkelerini kurtarmak için yollara düştüler, dağlara çıktılar, yönetimi devraldılar ve fakat 10 yıl içinde ülkenin yerinde yeller esiyordu! Bundan daha büyük hayal kırıklığı ne olabilir ki!
Evet, maalesef Cumhuriyet de…
Bir sonraki hayal kırıklığı, Cumhuriyet kuşağına nasip oldu. Evet, küçülmüş de olsa güzel ve bağımsız bir ülke vardı ellerinde. Ama daha Cumhuriyet’in ilanının üzerinden on yıl geçmeden, aydınlar arasında şikayetler, rahatsızlıklar konuşulmaya başlanıldı. Kuşkusuz bunda 1924 sıkıyönetim uygulamalarının ve 1926 idamlarının etkisi vardır. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Sabiha-Zekeriya Sertel, Hikmet Kıvılcımlı, Şefik Hüsnü, Halide Edip gibi Cumhuriyet fikriyatıyla zerrece sorunu olmayan, seküler dünya görüşüne sahip bu aydınlar, yazıp söylediklerinden ötürü ya ceza evlerine konuldular, ya da ülkeyi terk etmek durumunda kaldılar. Açıkça söylemek zorundayım ki, yeni Cumhuriyet’in bazı tutum ve davranışları, eğitimli ve donanımlı bir aydın kuşağı açısından şaşkınlık ve hayal kırıklığıdır.
Kırılma sırası Sol’da
60’lı yıllarda tüm dünyada, Batı’da ve ülkemizde çok kuvvetli bir sosyalizm rüzgarı esiyordu. Genç kuşaklar ve aydınlar arasında solcu-sosyalist olmak neredeyse bir moda halini almıştı. 20 yıllık bir serüvenden sonra 12 Eylül 1980 sabahı devlet, “yeter artık” diyerek kılıcı eline aldı, ülkeye ve aydınlara haddini bir güzel bildirdi ve perdeyi kapattı. Belki yine de perde bu denli sert kapanmayabilirdi, lakin 1980’lerin sonunda Sovyet modelinin ve Doğu Avrupa’daki sosyalist devlet sistemlerinin çökmesi, Türk sosyalistlerin kafasına ikinci bir 12 Eylül darbesi gibi indi! Sosyalist Türk aydınının yaşadığı travma, Jön-Türklerin ve İttihatçıların yaşadığı travmadan aşağı kalır değildir.
Ve yeni dönem
80’li yıllardan başlayarak Türkiye’de İslamcı/muhafazakar bir kuşak etkin olmaya başladı ve nihayet 2000’li yılların başından itibaren de, Cumhuriyet tarihinde ilk defa hükümet olmayı başardılar. Yaklaşık 15 yıldır ülkemizi İslamcı-muhafazakar bir kadronun yönettiğini söylemek herhalde abartı sayılmaz. Henüz içinde olduğumuz ve henüz dönem kapanmadığı için, bu sürecin sosyolojik envanterini ve bilançosunu çıkartmak için vakit erken.
Baştan da söylediğim gibi, yaklaşık iki yüzyıllık bir hikayesi olan Türk aydınının tarihi, hayal kırıklıklarının tarihidir. Umarım bu hayal kırıklığı geleneği artık son bulur ve gelecek nesiller büyük sosyal travmalar yaşamazlar.