Dağa çıkmak, tımarhaneye düşmek yahut intihar etmek!
1993’ün yaz aylarında bu üç yoldan birisini seçmek zorundaydım, öyle hissediyordum. Moralim bomboktu, Sovyet Sosyalizmi büyük bir çatırtıyla çökmüş, kapitalist-emperyalist blok zafer naraları atıyor, zaten ülkemizde kan gövdeyi götürüyor; “beyaz toroslar” ortalıkta cirit atıyor, cinayetler, yargısız infazlar, gözaltında kaybolmalar “vaka-i adliyeden” sayılıyor… Henüz 23 yaşımdayım ve fakat kendimi yüz yıl yaşamış gibi hissediyorum, ne geleceğe dair düşlerim var, ne de inancım. Daha üç gün önce, üstelik gündüz gözü, bir otelde onlarca sanatçı katledilmiş, sözde “devrimci” geçiniyorum, ama üzülmekten başka elimden hiçbir şey gelmemiş! Şu halde ne yapmalıydım?
Dağa çıkmak, tımarhaneye düşmek yahut intihar etmek!
Hiç birini yapamadım, orduları yenilmiş ve gururu kırılmış mağlup bir komutan edasıyla yaşadığım şehri ve bütün dostlarımı terk ettim. Ve elimde çamaşır ve kitap dolu bir çanta ile bu güzel şehre attım kendimi. (Belki de kaçtım demeliydim). Karnım açtı, param yoktu, dahası gidebileceğim bir ev ve başımı koyabileceğim bir yastık da yoktu. Çaresiz “Eski Garaj’ın” bekleme salonlarına sığındım! Gündüz iş arıyordum ve karnımı doyurmak için bazı derneklerin ve dergilerin bürolarına gidiyordum. Lakin güneş batıp hava kararınca herkes usulca evine çekiliyordu ve ben ürkek adımlarla garajın yolunu tutuyordum. Kendime otobüs bekleyen yolcu süsü veriyordum, ama elbette oradaki herkes biliyordu işin aslını.
Dağa çıkmak, tımarhaneye düşmek yahut intihar etmek!
İnsanın canı pek tatlı oluyor, hiç birini yapamadım ve üstelik açlıktan gebermeden 95’in ilkbaharına kavuştum. Kavuşmakla da kalmadım ve üstüne üstlük bir de “şair” oldum! (Çocuktum, her şiir yazanı şair sanıyordum, bağışlayın beni gerçek şairler). O güne dek yazdığım şiirlerimi bir kitapta topladım. Tuhaf bir şekilde kaybolan güvenimi yeniden geri kazanmaya başlamıştım, benzime kan gelmişti ve yürüyüşüm bile değişmişti! Evet, ölemediğim için mahcuptum, ama bu incecik kitap sayesinde yoldaşlarımdan özür dilemiştim. Yeniden doğduğumu, nefes aldığımı, toprağın üstünde ve güneşin altında olduğumu nihayet fark ediyordum. Mahcup, kırık, ama yine de –galiba- mutluydum.
Tam olarak yirmi yıl geçti bu anlattıklarımın üzerinden, belki de yirmi asır. İnşaat amelesi bir babanın oğlu olarak bu geçen yirmi asırda çok şey yaşadım; boyumdan büyük işlere kalkıştım, boyumdan büyük işler başardım, boyumdan büyük belalara karıştım, boyumdan büyük adamlarla vuruştum. Ve bir de adına “politika” denilen esrarengiz maceraya daldım, fıtratıma aykırı olduğunu bile bile bu gizemli sokakta kılıç salladım, yara aldım. Sebebini bilmiyorum, ne aradığımı bilmiyorum, ruhumun dehlizlerinde hangi boşluğu doldurmaya çalıştığımı bilmiyorum, kime neyi ispatlamaya çalıştığımı bilmiyorum, bu derin macerada beni neyin beklediğini de bilmiyorum. Ama yine de kendimi alamıyorum ve bir garip pervane gibi, -yanacağımı bile bile- ateşin etrafında dönmeye devam ediyorum.
Oysa ömür dediğin bir nefestir, alimlerden duyarım, ömür dediğin bir masaldır, romanlardan okurum, ömür dediğin bir an’dır, türkülerden tanırım.Ve ömür dediğin bir sadâdır, şairlerden bilirim.