Küçük bir kasabada büyüdüm. Hem kasabamız çok küçüktü, hem de aile bütçemiz. Anam zengin komşularımızın tarlalarına gündeliğe giderdi, oradan kazandığı para da, bizim karnımızı doyurmaya ancak yeterdi. Bende de ıslah olmaz bir okuma hastalığı var ki, anlaşılır ve anlatılır gibi değil. Henüz ilkokul öğrencisiyim ama yazı okumadığım günlerde kendimi ciddi ciddi kötü hissediyorum. İyi güzel de, kitap alacak para da yok evde, ne yapmalıydım? Kendimce bir çare ürettim, her hafta Pazartesi günleri pazar kurulur bizim kasabada. Pazartesileri iple çekerdim, pazarcılar gelirdi kamyonlarla ve mallarını sardıkları birçok gazete kağıdını da yanlarında getirirlerdi! Akşama doğru, pazar dağılmaya yüz tutunca, dalardım kamyonların arasına. Kasabanın yoksulları, pazar esnafının satmaya değer bulmadığı çürük ve patlak meyveleri toplardı kasaların ardından, ben de gazete parçalarını! Hele bir Cafer Dede vardı sebze meyve toplamaya gelen, kırk sene sonra bile yüzü hiç silinmedi belleğimden. Yavaş yavaş, telaşlanmadan, kırda çiçek toplar gibi toplardı pazarcıların gözden çıkardığı meyveleri. Kahvede oturanlar bazen dalga geçerlerdi Cafer Dede ile. Ama Cafer Dede hiç o yana dönüp bakmaz, istifini bozmaz, ağır ve uzun adımlarla eşeğin ipini çekmeye devam ederdi.
Ben Cafer Dede’yi hiç konuşurken görmedim o çocukluk günlerimde. Üstelik aynı mahallede oturuyorduk, ağzının içinde bir dili var mıydı, gerçekten bilmiyordum. Ama kocaman ayaklarını, geniş adımlarını ve lastik ayakkabılarını dün gibi anımsıyorum. Cafer Dede beni görür de utanır diye onunla göz göze gelmemeye özen gösterirdim, iki dilenci, kısa sürede pazarın tozunu attırırdık. O, az ilerde bekleyen eşeğine yüklerdi topladığı hasılatı, ben koynuma doldururdum. Soluk soluğa evin yolunu tutardım ve çölde susuz kalmış bir kervancının suya kavuştuğu gibi, heyecanla okumaya başlardım.
Sınıftaydık, öğretmen, son derece üzücü bir olayı anlattı derste, yanlış anımsamıyorsam bir suikasttan yahut cinayetten bahsediyordu. Bütün Türkiye’nin gündemindeydi konu, 1978-79 yıllarından söz ediyorum, henüz on yaşlarındayım. Durup dururken, “Ben bunu biliyorum” deyiverdim. Oysa sınıfın en silik, en salak öğrencisiyim, doğal olarak öğretmen inanmadı, “anlat öyleyse” dedi. “Gazetede okudum, evde” dedim. “Git getir bakalım” dedi. Soluk soluğa geldim eve, gazeteyi kaptığım gibi, yıldırım hızıyla geri döndüm. Nefesim kesilmek üzereydi, gururla uzattım gazeteyi öğretmene. Ömründe ilk kez görüyormuş gibi, sanki karşısında gururla süzülen sarı çocuk, olur olmaz dayak attığı o tembel çocuk değilmiş gibi, baştan ayağa süzdü beni. Sonra gazeteyi açtı, haber ilk sayfanın tamamını ve neredeyse bütün gazeteyi işgal ediyordu. Sınıfa doğru gösterdi fotoğrafları, ağladı.
En geç Çarşamba günü biterdi bütün gazeteler, hepsini ezberlemiş olurdum. O günlerde çocuktum, aklıma gelmezdi, Cafer Dede’nin yiyecekleri de Çarşamba günü biter miydi? O da Pazartesi akşamını hasretle bekler miydi? Kar yağar da pazarcılar gelmezse hâlim nice olur diye korkar mıydı?
Cafer Dede eve geldiğinde karısı onu nasıl karşılardı? Çocukları o çürük meyveleri kemirirken, benim toz toprak içinde okuduğum gazete kâğıtlarına duyduğum arzuyu duymuşlar mıydı?
Acaba ben gazeteleri mi özlüyordum, yoksa Cafer Dede’nin utangaç ve yoksul gözlerinden gözlerimi kaçırmayı mı?
Binlerce soru işareti uçuşuyor aklımda, hiç birisinin yanıtını bilmediğim. Ama bildiğim bir şey var, Cafer Dede’nin adını ve yüzünü, kendi çocuklarının bile çoktan unuttuğu. O yüzü çamur gibi kirli, dilsiz ihtiyarı benim niye unutmadığımı mı soruyorsunuz, işte bu çok kolay bir soru, hemen yanıtlayabilirim; çünkü hiçbir “hırsız” suç ortağını unutmaz da ondan!
Ben Cafer Dede’yi hiç konuşurken görmedim o çocukluk günlerimde. Üstelik aynı mahallede oturuyorduk, ağzının içinde bir dili var mıydı, gerçekten bilmiyordum. Ama kocaman ayaklarını, geniş adımlarını ve lastik ayakkabılarını dün gibi anımsıyorum. Cafer Dede beni görür de utanır diye onunla göz göze gelmemeye özen gösterirdim, iki dilenci, kısa sürede pazarın tozunu attırırdık. O, az ilerde bekleyen eşeğine yüklerdi topladığı hasılatı, ben koynuma doldururdum. Soluk soluğa evin yolunu tutardım ve çölde susuz kalmış bir kervancının suya kavuştuğu gibi, heyecanla okumaya başlardım.
Sınıftaydık, öğretmen, son derece üzücü bir olayı anlattı derste, yanlış anımsamıyorsam bir suikasttan yahut cinayetten bahsediyordu. Bütün Türkiye’nin gündemindeydi konu, 1978-79 yıllarından söz ediyorum, henüz on yaşlarındayım. Durup dururken, “Ben bunu biliyorum” deyiverdim. Oysa sınıfın en silik, en salak öğrencisiyim, doğal olarak öğretmen inanmadı, “anlat öyleyse” dedi. “Gazetede okudum, evde” dedim. “Git getir bakalım” dedi. Soluk soluğa geldim eve, gazeteyi kaptığım gibi, yıldırım hızıyla geri döndüm. Nefesim kesilmek üzereydi, gururla uzattım gazeteyi öğretmene. Ömründe ilk kez görüyormuş gibi, sanki karşısında gururla süzülen sarı çocuk, olur olmaz dayak attığı o tembel çocuk değilmiş gibi, baştan ayağa süzdü beni. Sonra gazeteyi açtı, haber ilk sayfanın tamamını ve neredeyse bütün gazeteyi işgal ediyordu. Sınıfa doğru gösterdi fotoğrafları, ağladı.
En geç Çarşamba günü biterdi bütün gazeteler, hepsini ezberlemiş olurdum. O günlerde çocuktum, aklıma gelmezdi, Cafer Dede’nin yiyecekleri de Çarşamba günü biter miydi? O da Pazartesi akşamını hasretle bekler miydi? Kar yağar da pazarcılar gelmezse hâlim nice olur diye korkar mıydı?
Cafer Dede eve geldiğinde karısı onu nasıl karşılardı? Çocukları o çürük meyveleri kemirirken, benim toz toprak içinde okuduğum gazete kâğıtlarına duyduğum arzuyu duymuşlar mıydı?
Acaba ben gazeteleri mi özlüyordum, yoksa Cafer Dede’nin utangaç ve yoksul gözlerinden gözlerimi kaçırmayı mı?
Binlerce soru işareti uçuşuyor aklımda, hiç birisinin yanıtını bilmediğim. Ama bildiğim bir şey var, Cafer Dede’nin adını ve yüzünü, kendi çocuklarının bile çoktan unuttuğu. O yüzü çamur gibi kirli, dilsiz ihtiyarı benim niye unutmadığımı mı soruyorsunuz, işte bu çok kolay bir soru, hemen yanıtlayabilirim; çünkü hiçbir “hırsız” suç ortağını unutmaz da ondan!