Hâlâ tarihinden emin değilim, çok büyük ihtimalle 1992 yılının yaz ayları olmalı, bir sosyalist grup, örgütsel yapısını lağvettiğini ilan etti ve fesih gerekçesini aylık yayımladıkları Hedef Dergi’sinde duyurdu. Sanıyorum uzunca bir manifesto idi, yıllardır arıyorum, ne yazık ki söz konusu metni yahut dergiyi bulabilmiş değilim. Ama fesih beyannamesinin son cümlesi öylesine çarpıcıydı ki, sanki dün okumuş gibi hafızamda duruyor, aktarıyorum; “Evet, biz örgütsel yapımızı feshederek halkımıza dönüyoruz. Elbette bu bir bitiş değildir ve belki de yeni bir başlangıçtır. Ancak, eğer bir gün bu topraklarda sosyalizm mücadelesi yeniden filizlenecekse, mutlaka TÜRK ve SÜNNİ bir tabana dayanmak zorundadır!”.
“saçma sapan” bir mevzu
Elbette Türk Solu bu muhteşem çığlığı hiç ciddiye almadı, üstüne düşmedi, tartışmak gereği bile duymadı. Hepsi de ağız birliği etmişçesine, “saçmalamışlar” deyip kesip attılar mevzuyu. Oysa, öyle sanıyorum ki bu uzun manifesto, sadece aktardığım bu cümleyi söylemek için kaleme alınmıştı. Peki bir sosyalist örgütü böylesine yakıcı kelâm etmeye sevk eden süreç neydi? Neler yaşanmış, hangi büyük mecralardan geçilmişti ki bir örgüt, bu fazlasıyla “radikal” söylemi tarihe not düşmek ihtiyacı duymuştu? Bu soruyu cevaplayabilmek için, bundan tam elli yıl, yani yarım asır önceye gitmek zorundayız, başlıyorum.
Milat 27 Mayıs
27 Mayıs 1960 ihtilalinin asıl gerekçesinin ne olduğunun, niçin realize edildiğinin bu ülkede hâlâ bilindiğini sanmıyorum, örneğin dünya Siyonist hareketinin bu darbede rolü var mıdır? Menderes, bu yılın Temmuz ayında Sovyetler Birliği’ni ziyaret edeceğini duyurdu, çok önemli ekonomi içerikli antlaşmalar yapılacağı söyleniyordu ve Mayıs ayında indirildi, niçin? Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu “gereğinden fazla” Ortadoğu ile ilgilendikleri için mi düşürüldüler ve infaz edildiler? Bu sorular evvela sorulmayı, sonra da yanıtlanmayı bekliyor, ancak, amacı ne olursa olsun, 27 Mayıs’ın fiiliyatta sendikalizmin ve sol’un önünü açtığı kesindir. 61 Anayasası bir taraftan “devlet” mekanizmasını tam korumaya alırken, diğer yandan da, toplumsal örgütlenmelere ve sendikalaşmaya geniş haklar tanıyordu.
Rüzgar sol’dan eserken
İşte bu iklimde, Şubat 1961, başını Mehmet Ali Aybar’ın çektiği bir grup sendikacı, Türkiye İşçi Partisi’ni kurdu. TİP, başından beri, Anadolu toprağının mayasına uygun, Türkiye’nin sosyal gerçeğine paralel bir sosyalist programdan söz ediyordu ve yasal yollarla bunun mümkün olduğu iddiasını taşıyordu. (Ve gerçekten de 1968 yılında Sovyet Rusya’nın Çekoslovakya’yı işgaline tepki gösterecek ve bağımsız bir sosyalist parti olduğunu kanıtlayacaktı.) Ve bu parti, dört yıl sonra, 1965 seçimlerinde, %3 oy ve 15 milletvekili çıkarmayı başardı! Hiç kimse böyle bir sonuç beklemiyordu ve dahası, bu sonuç siyaseti büyük ölçüde dalgalandırdı. Artık rüzgarlar “soldan” esiyordu. Mecliste M. Ali Aybar, Çetin Altan ve Behice Boran gibi etkili isimler resmen gündem belirliyorlardı. Sinema, tiyatro, roman, şiir, müzik… hepsi solun evrensel kavramları üzerinden konuşuyordu, kuşkusuz üniversiteler de bu kervana katılmış haldedir. Ve nihayet 1967’nin Şubat’ında DİSK’in (Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları) de kurulmasıyla, sürecin en önemli ve en güçlü ayağı da kurulmuş oluyordu. (Devam edecek).