1944 yılı, “Irkçı ve Turancı” diye adlandırılan kadroların tutuklanmasıyla gelip geçti. Bu davada tutuklananlardan birisi de, bizim ünlü hemşerimiz, Antalyalı, Osman Yüksel Serdengeçti'ydi. Serdengeçti, polislerce yakalanmış ve Ankara'nın ünlü valisi Nevzat Tandoğan'ın huzuruna çıkartılmıştı. Vali Tandoğan, Cumhuriyet tarihinin en unutulmaz Valisi ünvanını hâlâ korumaktadır. Ankara caddelerinde atına binip, “suçluları” kırbaçla cezalandırdığı söylenir. Başkentin en büyük meydanı, hâlâ, “Tandoğan Meydanı” olarak anılmaktadır.
Tandoğan’ın müthiş ifşaatı
Vali Tandoğan'ın Serdengeçti'ye söylediği şu sözler, Türk siyasetinin unutulmazları arasındadır; “Ulan öküz Anadolulu...! Sana mı kaldı Türkçülük? Bu memlekete komünizm de lazımsa biz getiririz, Türkçülük lazımsa da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var. Birincisi çiftçilik yapmak, ikincisi çağırdık mı askere gelmek!” Bu sözlerin gerçekte Vali’nin bizzat ağzından mı çıktığını, yoksa bizim “hınzır” hemşerimiz Serdengeçti’nin mi uydurduğunu bilmiyoruz. Ama dönemin mantığını ve ruhunu deşifre ettiğimizde, “gerçekten daha gerçek” olduğuna hükmedebiliyoruz. Bana göre bu cümleler muhteşemdir ve bu toprakların yüzlerce yıllık tarihinin en veciz bir şekilde ifadesidir. Eğer Vali Tandoğan 1970’lerde görevde olsaydı ve Deniz Gezmiş’in sorgusuna katılsaydı, muhtemelen şunları söyleyecekti; “Ulan öküz Anadolulu, sana mı kaldı solculuk? Bu memlekete komünizm lazımsa da biz getiririz, şeriat lazımsa biz getiririz!”.
Anadolu çocuklarının “kavgası”
Bu yazıyı kurgularken, bir yandan da, 1970’li yıllarda birbirini “faşist” ya da “komünist” olmakla suçlayarak ikiye bölünen, birbirlerinin üzerlerine kurşunlar yağdıran, Vali Tandoğan’ın deyimiyle, “Öküz Anadolulu” çocukları düşünüyorum. Hepsinin de sosyal konumu, aile yapıları, ekonomik şartları aynıydı, istisnasız hepsi de yoksuldular ve fakat ülkemizin ve dünyanın her türlü sorununa duyarlı davranıyorlardı. Kimisi yaşama erkenden ve daha çocuk denilecek yaşlarda veda etti, kalanlar da, elbette hayatın acımasız rüzgarlarında yıllarca savrulup durdular.
Sanki “cuv cuv” oynuyorlar!
Ne vakit “68 Kuşağına” ya da “78 Kuşağına” övgüler düzen yazılar okusam, kitaplar görsem, nutuklar dinlesem, aklıma 1970’li yılların Türkiyesi gelir ve elimde olmadan içimi derin bir hüzün kaplar. Gözlerimin önüne sürekli birbirini kovalayan, birbirlerine bıçak çeken, kurşun sıkan köylü çocukları gelir. Sanki çocukken köyde tahta tabanca ve tüfeklerle oynadıkları “cuv cuv” oyununa devam ediyorlar. Ne kadar saf, ne kadar temiz ve ne kadar idealist çocuklardı, imha edilmeleri kaçınılmazdı ve 12 Eylül, Muhsin Yazıcıoğlu’nun ifadesiyle, “sağcısıyla, solcusuyla, yurtsever bir kuşağın imha edilmesi harekatıydı” ve bu yurtsever kuşağın kahir ekseriyatı, imha edilmiştir.
Sol’un tarihi değerlendirme zaafı
Elbette olaylar yaşanırken sağlıklı değerlendirebilmek ve bu noktada çözümler üretmek çok zor, hatta bazı koşullarda imkansızdır, bilirim. Bir rüzgar eser ve bütün yapraklar, o rüzgarın istediği yöne doğru savrulurlar çaresiz. Ama bu kuşağın, övgüler düzülürken yere göğe sığdırılamayan efsanevi “68 Kuşağı” ve onun mirasçısı konumunda görünen “78 Kuşağı” aktörlerinin, aradan geçen bunca zamana karşın, yaşanan o trajik zamanları hâlâ kapsamlı bir şekilde sorgulayıp değerlendirebildiğine tanık olamıyoruz. Beni asıl hayrete düşüren ve umutsuzluğa gark eden nokta, tam da burasıdır.