Cumhuriyet, alalacele, 1923’ün Ekim ayında ilan edildi. Ve fakat gerçekte rejimin kuruluş tarihi 1926’dır, zira 23’te 26’ya giden yolda eski rejimin bazı kalıntılarının devre dışı kılınması ve yeni rejimde etkin rol alabilecek bazı aktörlerin bertaraf edilmesi gerekiyordu. Önce eski rejimi sembolize eden hilafet kurumu lağvedildi, Halife Abdülmecit sürgüne gönderildi. Sonra İttihat Terakki’nin sağ kalan kurmay heyeti, Gazi Paşa’ya Suikast davası bahanesiyle, tasfiye edildi. (Sağ kurtulanlar da ömürlerinin son demlerine kadar sessiz kalmayı yeğleyeceklerdir.) Ve artık yeni Cumhuriyetin önünde hiçbir engel kalmamış görünüyordu, 1926’nın yaz aylarıdır.
Yeni nesile yeni teori
Kurucu kadro, yeni Cumhuriyet’i iki sosyal yapının tehdit edeceğini düşünüyordu; dindarlık ve etnik siyaset. Ve bu iki sosyal olgu ile mücadele anlamında, zaman zaman çok aşırılara kaçan, muazzam bir seferberlik başlattılar. Etnik ayrımcılığın ilk başta önünü kesmek için, “Anadolu’da yaşayan herkesin Türk olduğu” tezini teorize etmek, kitaplara işlemek, ilk yaptıkları hamlelerden birisiydi. Bu çabaya paralel olarak ve ilaveten, çok sert bir laiklik anlayışını realize etmeye karar verdiler. Bu konuda o kadar ileri gittiler ki, ezanın Türkçe okunması kararı yetmezmiş gibi, Kuran okunmasını bile yasaklayan bir takım abartılı uygulamalara meylettiler. Bu yolla umuyorlardı ki, yeni nesiller bu yeni bilgiler ve öğretiler ışığında yetişecek, aydın, çağdaş, seküler dünya görüşüne bağlı bir nesil ortaya çıkacak ve genç Cumhuriyet ilelebed yaşayacaktı.
Said-i Nursi ve yeni nesil
Başlangıçta aslında her şey istenildiği gibi gidiyordu, ta ki Nurs’ta doğmuş bir çocuğun Batı Toroslar’da attığı sessiz çığlıkların, Anadolu bozkırında karşılık bulduğu günlere kadar. Aslında herhangi bir isyan örgütlediği filan yoktu, açıkçası hükümet aleyhinde bir çift söz dahi etmiyordu. Sadece kitap okuyor, bir takım konularda notlar alıyor ve ibadet ediyordu. Ama onun bu esrarengiz sessizliği, güven veren kişiliği, o iklimde Anadolu’da kendisini sahipsiz zanneden dindar kesimleri girdabına almakta gecikmedi. Kısacası ve açıkçası, 1960 yılına geldiğimizde laik Cumhuriyet, Said-i Nursi’nin sessiz, vakur, sabırlı ve inatçı duruşu karşısında çaresiz kalmış görünüyordu. Anadolu’nun yoksul köylerinde doğan çocuklar, yani yeni nesil, açlığını ve susuzluğunu Kemalist Cumhuriyet’in değil; ömrü sürgünlerde ve mahpuslarda geçmiş bir din aliminin, Said-i Nursi, gidereceğine inanıyordu.
Yeni neslin sol kanadı
Elbette yeni neslin tamamı Said-i Nursi’den medet umuyor değildi, Batı’da icat edilmiş yepyeni akımlar, kavramlar ve sosyal teoriler vardı, yeni nesillerin bunlardan etkilenmemesi düşünülemezdi. 1940’lı yıllarda doğan ve Said-i Nursi’nin etkisine girmekten kurtulabilen kesimlerin ilgi alanı kavmiyatçılık ve sosyalizm teorisi üzerine idi. Bu ülkede yaşayan toplum Cumhuriyet’in ilk günlerinden beri hep “millet”, “ulus”, “halk”, “vatandaş” gibi kavramlarla anılırken, 60’lı yılların başından itibaren, kavmi-mezhebi kavramlar da bu kelimelere eşlik etmeye başladı; Türk Solu, Kürt Solu, Halklar, Halkların kardeşliği, yaşasın Türk ve Kürt Halklarının kardeşliği, vs. İlk bakışta bu kavramlar masum ve sosyolojik bir gerçeği işaret eder gibi görünüyordu, ama gerçekte kavmiyat temelli büyük bir sosyal parçalanmanın taşları döşeniyordu.
Kimlik siyasetine doğru
Ve artık insanlar kendilerini sadece bir vatandaş kimliğiyle tanımlamak yerine, kavmi-mezhebi aidiyetlerini öne çıkartma ihtiyacı duyuyorlardı; Türk, Kürt, Alevi, Türkmen Alevisi, Kürt Alevisi, Arap Alevisi, Şafi Kürt, Zaza, Çerkes, Boşnak, Gürcü, Laz vs. Şurası çok açık ki, Kurucu Kadro’nun ilk başlarda teorize etmeye çalıştığı “laik-seküler hayat” projesiyle beraber, “tek millet” projesi de çökmüş görünüyordu. Cumhuriyetin yetiştirdiği nesiller, Cumhuriyet’in iki temel direği ile önemli ölçüde vedalaşmış durumdadır; 1980 ve bilhassa 90’lı yıllara geldiğimizde görünen manzara budur. (Devam edecek).