Evvela ve baştan söyleyeyim, benim gazete köşelerinde yazdığım yazıları, benim siyasi tercihim veya siyasi görevlerim bağlamında ilişki kurarak okuyanlar, boşa zaman kaybederler ve boşu boşuna gözlerini yormuş olurlar. Yazdıklarımdan hiçbir şey anlamazlar ve hiçbir şey alamazlar. Evet, kuşkusuz bir siyasi tercihim var, bir siyasi partinin yöneticisiyim, bunlar zaten biliniyor. Ama ben burada, yani gazetenin bu bana tahsis edilmiş köşesinde, üyesi olduğum partinin görüşlerini yaymak yahut rakip partilerin politikalarını eleştirmek için yazmıyorum. Benim burada böyle bir misyonum ve muradım yok, olamaz da. Ben zaten siyaseti parti ortamında ve ilaveten sosyal ortamlarımda bunu yapıyorum, burada bir sıkıntı yok. Ama gazete köşesinde bendeniz, yıllarca bir sürü kitap okumuş, ülkeme, ülkemin tarihine ve insanımıza dair kafa yormuş, gözlemler yapmış bir ademoğlu sıfatıyla, bildiklerimi ve gördüklerimi yorumlamaya çalışıyorum. Bu benim yaptığıma kısaca “aydın sorumluluğu” deniliyor ve ben de, hasbelkader, bunu realize etmeye çalışıyorum.
Adalet ve ahlâk yeter
Elbette her insan gibi benim de iştirak ettiğim fikirler ve karşı olduğum fikirler var. İnsan’a, insan özgürlüğüne, inanç özgürlüğüne, düşünce özgürlüğüne dair her türlü düşünce başımın üstündedir. Nerede altta kalan, nerede canı yanan, nerede itilip kakılan, nerede inancından dolayı, kimliğinden dolayı, mezhebinden, yaşam tarzından, tercihinden dolayı aşağılanan, yok sayılan bir insan varsa, o benim kardeşimdir. Elbette benim de hayata karşı bir “duruşum” var. Lakin Cemil Meriç Üstad’ın “Bu ülkede sağcı ve solcu yoktur, namuslular ve namussuzlar vardır” sloganından hareket ettiğimin de bilinmesini isterim. Benim için kutsal kavramlar hak, hukuk ve adalettir. Vicdan, ahlak ve namus bunlara eşlik ederler.
Kavramlar tapulu malımız mı?
İmdiiii, bunca lakırdıyı niye ettiğimin izahına gelince. Son zamanlarda yazdıklarıma çok tuhaf, açıkça söyleyeyim ki, akıl dışı tepkiler alıyorum. İnsanlar bazı sosyolojik kavramları sanki tapulamışlar, mülkiyetlerine geçirmişler ve o kavramları “karşı takımda” oynayan birisinin telaffuzuna tahammül edemiyorlar, maşallah, maşallah. Son yıllarda insanımız öylesine tuhaf bir şekilde politize oldu ki, yazılan yazıya, söylenen kelama değil, bunu kimin yazdığına veya söylediğine bakar hale geldi! Kimse kimsenin ne dediğiyle ilgilenmiyor, anlamaya, dinlemeye çalışmıyor. Derin bir öfke ve kin besleniyor yüreklerde. 1970’li yılların şahitlerine soruyorum, onlar bile, o can pazarında, o kan pazarında, bu derece olmadığını söylüyorlar!
“Zinhar kızımı vermem!”
Geçen hafta Habertürk kanalı, Türkiye genelinde bir araştırma-anket yaptırdı ve yayımladı. Ve bu araştırma sonuçları, Türkiye’nin sosyolojik anlamda ileri derecede kamplaştığı, ayrıştığı, hatta cephelere bölündüğü izlenimi veriyor. Örneğin ankette deneklere şu soruluyor; “Oy vermediğiniz bir partiye mensup bir aileye kız verir misiniz veya kız alır mısınız?”. Ve deneklerin %83’ü, bu soruya “hayır” diyor, olacak iş değil!
“bizden” mi, “bizden” değil mi?
Tekrar başa dönecek olursak; benim yazdıklarımı “takım tutar gibi” bir mantıkla ve önyargı ile okuyanlar, boşa gözlerini yormuş olurlar, okumalarını hiç tavsiye etmem. Zira bu topraklarda, Anadolu’da, biz bin yıldır yaşıyoruz, bu bin yılda bir çok fikir adamı, sanatçı ve devlet adamı yetişti. Benim tarihe ve bu toprağa bakışım kalbî, vicdanî ve ahlakîdir. Benim gibi düşünmeyebilir, onun gibi düşünmeyebilirim, lakin bu toprağın kültür iklimine ve irfan yolculuğuna dair kelâm etmişse, eser bırakmışsa, kitap yazmışsa, bedel ödemişse “bizdendir”. Örnekleyecek olursam, Sultan Abdülhamit de “bizdendir”, Enver Paşa da. Mehmet Akif Ersoy da “bizdendir”, Nazım Hikmet de. Ziya Gökalp de “bizdendir”, Hikmet Kıvılcımlı da. Ve bu toprağın değerlerine eğer “bizden” ya da “bizden değil” diye bakılacaksa, meseleye böyle bakılmalıdır. Ama eğer “bizim takımdan” ya da “rakip takımdan” diye bakılacak olursa ve bu süreç böyle devam ederse, korkarım ki gelecekte ne “saha” kalacak, ne “bizim takım”, ne de “rakip takım”. İş o derece ciddidir “abiler”, benden söylemesi.
Not: Yazıyı tekrar okudum ve çok fazla “ben” dediğimi fark ettim. Bu vesileyle, cümle içinde “ben” kelimesini kullanmayı “büyük ayıp” sayan nice Anadolu dervişinden, sufîden ve tasavvuf erbabından özür diliyorum, bu seferlik böyle oldu, inşallah beni bağışlasınlar.