Benim çocukluğumda internet icat edilmemiş, televizyon henüz ülkeye girmemiş ve mikroçip denen olay hayatımızı yönlendirmemiş olduğundan okul sonrası arkadaşlarımla duvar siviklerinde sohbet eder, ya da mevsimine göre oyunlar oynardık.
Bazen kendimi kovboyculuk oyununa ya da top oynamaya öylesine kaptırırdım ki akşam ezanı okunduğunda bile eve gitmeyi ya unutur, ya da gitmeyi hiç istemezdim.
Çünkü ya pantolonu ya ayakkabının bir yerlerini yırtmış, elim yüzüm çar çamur içinde olduğundan anamdan ya maşayla ya da süpürge sapıyla dayak yiyeceğimi bilirdim.
Akşam yemeğinden sonra komşuların gelmesini çok isterdim.
Erkekler Adnan Menderes-İnönü atışmalarından başlayıp Hz. Ali’nin cenklerine uzanacak sohbete daldıklarında, kadınlar da birbirlerine iğne oyası, dantel ve kanaviçe örneklerini gösterirken bizler de bahçenin karanlığına kendimizi atar saklambaç oynamanın büyük keyfini çıkarırdık.
Kız Enstitüsü dağılınca komşu kızlarını gözetmek, Salı ve Cuma günleri Renkli Sinemanın kadınlar matinesinde mahalleden hangi kadınların sinemaya gittiğini tespit etmek, rengârenk bilyelerin dolu olduğu cebime elimi sokup onları şıngırdatmak, Yanan Handa Tevfik Dayının dükkânına gidip Teksas, Tom Miks kiralayıp okumak, yazın Kayalıkta ya da Horhorda derede çimmek, komşu bahçelerde meyvelerinin ağırlığından dalları yere yapışan kayısı ve erik ağaçlarından meyveleri koynumuza doldurup mahallede dağıtmak o yıllarda günümü dolduran işlerdi.
En keyif aldığım şeylerden birisi de bisiklete binmekti.
Babamın komşusu bisikletçi Kadıahmet’in kiralık bisikletlerinden birisini onlar görmeden yavaşça kaçırırdım.
Yarım saat bisiklete bindikten sonra da geri getirir ve hemen kaçardım.
Ne de olsa dayak yeme riski vardı.
En zorlandığım şeyse medreseye gitmekti.
Babam ilkokul son sınıftayken kardeşim İsmail (şimdi emekli din adamı kendisi) ile birlikte Söğütlü Caminin medresesine yazdırmıştı bizi.
Hoca her gün elifba cüzünün bir bölümünü okur, bize tekrar ettirir sonra da ertesi gün çalışacağımız dersi verirdi.
Ben oyun sevdalısı olduğumdan çalışmazdım ama İsmail sular-seller gibi ezberlerdi.
Ertesi gün her çocuk sırayla hocanın sağından rahlesinin önüne gelip dersi okur sonra sol tarafa geçerdi.
Tabii okuyamayan uzun kızılcık sopasıyla dövüldüğünden ben rahlenin önüne gelmeden arka taraftan kalabalığa karışarak oturur vaziyette sürünüp sol taraftaki okuyanlara karışır, okumuş gibi yapardım.
Medresenin en apalak çocuğu olduğumdan kimse beni ihbar edemezdi.
Bir gün İsmail verilen dersi yanlış okuyunca hocanın sopasını yedi ve hıncını benden çıkardı. Hocaya, okumadan sol tarafa geçtiğimi ihbar edince hoca beni çağırdı ve okumamı istedi.
Kalkıp yavaşça hocanın önüne gidecektim ki gözüm kızılcık sopasına takılınca fişek gibi hızla kapıya yöneldim.
Arkadan beni yakalayacakları korkusuyla lastik ayakkabımı bile almadan çorapla eve kadar koştum.
Böylece benim medrese hayatım bitti.