Geçtiğimiz haftalarda bu köşede, kendi oluşturduğu yapay zekâ karakterine aşık olduktan sonra çevresindeki insanlarla ilişkileri giderek zayıflayarak hayatına son veren 14 yaşındaki öğrenciden bahsetmiştik. Konu her ne kadar en yalın haliyle yapay zekâya insana özgü özelliklerin yüklenmesi, yani ‘dijital antropomorfizm’ sorunu gibi görünse de, aslında bu vakayı teknolojik gelişmelerin ciddi yan etkilerinden birisi olan ‘dijital yalnızlık’ kavramı bağlamında incelememiz önem arz ediyor.
Yalnızlık kavramı, psikoloji disiplininde “Kişinin sosyal bağlantı kurma istekleri ile gerçekte yaşadığı deneyimler arasında bir uçurum algıladığında ortaya çıkan sıkıntı veya rahatsızlık hali” olarak tanımlanıyor. Fiziksel olarak insanlardan uzak kalma hali için de benzer isim kullanılsa da, zihinsel olarak hissedilen yalnızlık kavramı, gün boyunca başkalarıyla bir arada olan kişileri dahi yaygın bir şekilde etkileyen, uzun vadede ruhsal ve fiziksel sağlık açısından ciddi tehditler oluşturan çağımızın ciddi sorunlarından birisini oluşturuyor.
Sosyal medya kullanımı açısından incelediğimizde ise, teknolojinin bazı bireylerde ciddi bir ‘yalnızlık döngüsü’ne sebep olduğunu söyleyebiliriz. Sosyal medya kullanımına bağlı bağımlılık durumu arttıkça depresyon ve yalnızlık hissinin de giderek artış gösterdiği, artan yalnızlık hissine bağlı olarak da bireyleri daha fazla sosyal medya kullanımına yönlendirdiği artık bilinen bir gerçek.
Sorunu daha iyi anlayabilmek açısından, yalnızlık ile teknoloji arasındaki ilişkiyi tarihsel ve sosyolojik bağlamda incelememiz uygun olacaktır. Literatürde bu kavram çok fazla tarihsel süzgeçte ele alınmasa da, güncel bir çalışmada 18. yüzyıldan günümüze kadar teknolojinin yalnızlık kavramını nasıl tetiklediğine ve ‘umut ve korku döngüleri’nin içinde bulunduğumuz yüzyılda dijital yalnızlığa nasıl sebep olduğuna ilişkin ilginç bulgular sunuluyor. Çalışmada anlatılanları kısaca şu şekilde özetleyebiliriz:
‘Umut ve korku döngüleri’ bilgi ve iletişim teknolojilerinin toplumsal etkileri üzerine yapılan tarihsel tartışmalarda görülen bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Yeni teknolojiler genellikle iki uç noktada ele alınıyor. Bir kesim, teknolojinin toplumsal bağları güçlendireceğini savunurken; diğer kesim, insan ilişkilerini ve bireylerin refahını tehdit ettiğini öne sürüyor. Her yeni teknolojinin ortaya çıkışı, toplumsal bağları güçlendireceği yönünde büyük umutlar kadar, insan ilişkilerini zayıflatacağı korkularını da beraberinde getiriyor. Bu döngü, nihayetinde teknolojinin topluma etkileri konusunda sürekli yinelenen bir paradigma oluşturuyor. Gerçekte ise teknolojilerin bireyler ve toplumlar üzerindeki etkisi, onlar tarafından nasıl kullanıldığına bağlı değişim gösteriyor. Bu nedenle aynı teknoloji farklı gruplar üzerinde hem olumlu hem de olumsuz sonuçlar doğurabiliyor. Daha açık anlatabilmek için konuyu örnekler üzerinde açıklayalım:
‘Medya’ olarak adlandırılan iletişim teknolojileri, tarihin her döneminde toplumların umut ve korkularını döngüsel olarak tetiklemeyi başarmıştır. Örneğin, 20. yüzyılın başlarında, insanların uzak diyarlardaki akrabalarıyla sesli görüşebilmelerini sağlayan devrim niteliğinde bir teknolojik gelişme olan telefonun bir yandan kırsal bölgelerde yaşayan insanların yalnızlığı azaltacağı düşünülürken, diğer yandan lüzumsuz görüşmeleri teşvik ederek zaman kaybına yol açacağı korkuları da vardı. 1920’lerde ise bir yandan radyonun kültürel entegrasyonu artırarak uluslararası barışı teşvik edeceği umut edilirken, diğer yandan da bu teknolojinin pasif bir iletişim aracı olarak yalnızlığı tetikleyeceği savunuluyordu. Benzer bir şekilde, 1950’lerde televizyonun insanları bir araya getirerek geniş yelpazede programlarla eğlendireceği düşünülürken, bireyleri asosyal hale getirerek aile bağlarını zayıflatacağı endişeleri de söz konusuydu.
Özetle, teknoloji tarihi açısından hiç de yeni olmayan ‘umut ve korku döngüleri’nin teknolojinin toplumsal etkilerini değerlendirmede yinelenen bir çerçeve sürekli karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Bu döngü, “yeni teknolojilerin insanlar açısından yalnızca hayatı kolaylaştıran ‘araçlar’ olduğu ve etkilerinin onları nasıl kullandığımızla şekillendiğini vurgulaması” açısından önem arz ediyor. Teknolojiler bireyler açısından ‘araç’ olmaktan çıkıp ‘amaç’a dönüştüğünde kullanıcılar ‘teknoloji bağımlılığı’ ve ‘dijital yalnızlık’ gibi ciddi problemlerle de karşı karşıya kalabiliyor.
Hatırlarsanız, özellikle 2000’li yıllara girdiğimizde Facebook vb. uygulamalarla hayatımızın bir parçası olmayı başaran sosyal ağların insanları birbirine bağlayacağı ve bireyler arasındaki iletişimi artırarak sosyal bağları güçlendireceği iddia ediliyordu. Özellikle de, fiziksel olarak izole bireylerin, sosyal medya aracılığıyla çevrimiçi topluluklara katılabileceği vurgulanıyordu. Bununla birlikte, sosyal medyanın insanları yüz yüze iletişimden uzaklaştırdığı ve daha yüzeysel ilişkiler kurulmasına neden olduğunun fark edilmesi çok uzun sürmedi.
Ayrıca, zaman içerisinde ‘FOMO’ (Fear of Missing Out) olarak adlandırılan, bireylerin sosyal ağlardan uzak kalarak gelişmeleri kaçırma korkusu gibi yeni fobiler türedi. Bireylerin sosyal medya paylaşımları bağlamında sürekli bir sosyal karşılaştırma ve dışlanma korkusu yaşadığına ilişkin saptamalar da zamanla ortaya çıkmaya başladı.
Özetle, son çeyrek yüzyılda, İnternet, sosyal medya ve mobil cihazların bazı bireyler için sosyal bağları güçlendirirken, diğerleri için sosyal izolasyonu artırabildiğini yaşayarak tecrübe ettik. Bir sonraki yazımızda kaldığımız yerden devam ederek ‘dijital yalnızlık’ kavramını biraz daha yakından incelemeye çalışacağız…