Geçenlerde sosyal medyada, Türkiye’deki üniversiteler ile Hollanda’daki üniversiteler arasında yapılan bir karşılaştırmaya rast geldim. Dünyanın en iyi 200 üniversitesi içerisinde Hollanda ve Türkiye’den kaç üniversitenin bulunduğu bilgisi paylaşılıyordu. Ülkelerin nüfusları ve üniversite sayıları da bu karşılaştırmada yer alıyordu. Durum bizim açımızdan tam bir felaket. Bu karşılaştırmada 18 milyon nüfuslu Hollanda’nın 30 üniversitesinden 11’i dünyanın en iyi 200 üniversitesi arasında yer alırken 82 milyon nüfuslu Türkiye’nin 191 üniversitesinden ilk 200’e giren üniversite sayısı ise sıfır. Evet yanlış okumadınız “sıfır”.
Şimdi bu tabloyu nasıl okumalı? Bizim eğitim sistemimizin ne durumda olduğunu anlamamızı sağlayan bu tablo aslında her şeyi apaçık ortaya koyuyor. Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak ve onu aşmak ülkümüzün şarklı kafası ile ne hale getirildiğini görüyoruz. Bilimi safsata, bilim insanlarını da gereksiz kişiler olarak gören anlayıştan ne çıkmasını bekleyebiliriz ki…
İlkokuldan hatta anaokulundan başlayan eğitim sistemimizdeki kökleşmiş sorunların günü kurtarmak derdinde olan yaklaşımlarla çözülemeyeceği aşikardır. Baştan başlayıp üniversite eğitimine kadar uzanan bu sıkıntıların aşılması günlük politikalarla mümkün değildir. Geride bıraktığımız ve kaçırdığımız fırsatlara hayıflanmadan oturup bugünü değil belki ama yarınları kurtarmak için hiç vakit kaybetmeden devrim niteliğinde aklın ve bilimin ışığında yeni bir yapılanmaya gitmek zorundayız.
Özel olarak üniversiteler meselesine gelecek olursak. En başta rektörlerin atama veya seçme yolu ile değil liyakat esaslı bir sınav ile seçilmelerini sağlamalıyız. Rektörlük makamına gelen kişiler hizmet ve bilim seviyemizi artırmak için gelmeli. Bu yüzden de bu makama tanınan sınırsız yetkiler derhal kaldırılmalı. Bir kişinin iki dudağı arasına hapsedilmiş bir yönetim anlayışında gördük ki “ben yaptım oldu” ve “ben ne istersem yaparım” şeklinde bir teamülü yarattı ve bu bütün kanun, tüzük, yönetmelikleri boşa çıkardı, çıkarıyor. İnsanlara sınırsız yetki verirseniz ve yetkileri kadar sorumluluk duymamalarının yolunu açarsanız buradan istenilen sonuçlar çıkmaz.
26 yıllık meslek hayatı olan bir akademisyen, bir sosyal bilimci olarak gördüğüm en çağ dışı uygulama şudur: Maalesef tıp bilimi ve fen bilimi mensupları sosyal bilimleri bilim olarak görmüyor. Sosyal bilimlerin kendisine ait bir disiplini ve metodu olduğunun farkında değiller. Sosyal bilimler, onlara göre -çok sevdikleri kelime ile söyleyeyim- “çıktısı” olmayan bilim alanıdır. Yine onlara göre sosyal bilimciler sabahtan akşama kadar gazete okuyan, tv izleyen, yan gelip yatan kişiler. Bu bakış açısı ve zihniyet değişmedikçe üniversiteler bilim yuvası olamaz. Yukarıda yazdım, sosyal bilimlerin kendisine ait metot ve disiplinleri vardır. Fen ve tıp bilimlerinin metotları ile sosyal bilimleri şekillendirmeye çalışırsanız hata edersiniz. Basit de olsa bir örnek vereyim: Biyoloğun laboratuvarı, tıpçının ameliyatı ile edebiyatçının metin, dilcinin kelime tahlilini bir tutarsanız eşyanın tabiatına aykırı iş yapmış olursunuz.
Sadece niceliğe yönelmiş bilim anlayışından artık vazgeçmek zorundayız. Yapılan işi sadece sayıdan ibaret görmek bizi bir yere götürmez. Nerde yayımlandığına değil, ne yayımlandığına odaklanmalıyız. Projeler, makaleler, araştırmalar, tezler çalışma alanına ne kattığı ile değerlendirilmelidir. Nitelik yerine niceliğe tapanlar, bunu matah bir şey zannedenler kısaca günü kurtarma derdinde olanlar koşu bandında koşmaya devam ederler. Koşu bandı sizi hiçbir yere götürmez. Olduğunuz yerde “sayarak” sadece mevcut enerjinizi tüketirsiniz.