Birçoğumuzun hayalidir köyde yaşamak. Yaş aldıkça insanların istekleri farklılaşıyor, sakin ve huzurlu bir hayat arıyor insan.
Türkiye’deki büyükşehirlerin sınırları içindeki köylerin statüsü, 12 Kasım 2012’de çıkartılan bir yasayla mahalleye dönüştürüldü. On altı binden fazla köyü etkileyen bu düzenleme 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra yürürlüğe girdi. Aynı düzenlemeyle köylerin yanı sıra 1053 belde de mahalleye dönüştürüldü. Köyde yaşayanlar kendi ürettiklerini tüketir, hayvanlar ile farklı bir bağ kurar, köyde insanlar daha candan ve samimidir.
Hâlbuki bir zamanlar şehirde yaşamak bir hayaldi. Ya da bizleri ona mecbur bıraktılar.
Havanın tertemiz olduğu, gürültüsüz ve yeni doğan güneşin "Merhaba!" dediği bir sabahın seherinde, kuş cıvıltısı, horoz sesiyle, sakız gibi beyaz çarşaflı yatağından kalkıp, pencereyi açarken o tertemiz oksijeni solumak... Ardından inekten sütün sağıldığını görmek, tavuğun yumurtladığı yumurtayı alıp sahanda tereyağında pişirmek, yanınızdan geçen her komşunun selam verip geçmesi... O değişilmez temiz havası, manzarası ve samimi insanları…
"Doğduğu yer kaderidir insanın." demişti babam.
Gerçekten öyle mi?
Ege'de büyüdüm ben. Batıda büyümemize rağmen ebeveynlerimiz doğduğu topraklardan bağlarını hiç kesmediler. İzmir'de geçti çocukluğum. Okul tatillerinde birkaç hafta da olsa bir yolu bulunur ve memlekete giderdik ailece. Devlet memuru olan babamın yıllık sadece bir ay izni vardı. 1450 kilometre uzaklıktaki kadim şehir Mardin'e otobüs ile. Oradan yüz yirmi kilometre Dargeçit'e varmak için dolmuşa binilir. Günde sadece iki dolmuş olur, son dolmuş öğleden sonra üçte seferini bitirirdi. İçi tıklım tıklım, kavun, karpuz, valiz, çoluk çocuk, keçi, koyun ne ararsan vardı. Sigara ve tütün ürünleri seyahat etmekte olanlar için serbestti ve yolcuların çoğu içerdi. Beni araç tuttuğu için yolculukta çok zorlanırdım. Annem önüne üç çocuğunu alıp, biz diğer üç büyükler de yanı başında yolculuk ederdik. Yolda badem ağaçları, ucu bucağı olmayan üzüm bağları. Geniş karpuz tarlaları, at üzerinde çocuklar, taş evleri... Kendimizi masal diyarında hissederdik. Nihayet ilçeye vardığımızda beş kilometre uzaklıkta olan Bağözü köyü için de başka bir araç kiralama yapılır. Yirmi dört saati geçiyordu baba yurduna varmak.
Özlem, hasret, sevgi, samimiyet takip ederdi bizi. Yıllarca hasret kaldığımız sıcaklıklığı dayı, anneanne, teyze, amca, hala babaaane veriyordu. Çok güzel duygulardı. Soba közünde ayva, pestil, badem, balçıktan yapılmış tandırda sıcak ekmek, otlu peynir, pekmez yapılırdı. Onları samanların arasından mevsimi geçmiş meyve sebzeler takip ederdi. Odun ateşinin şahitliğinde sohbetler bir başka evrende hissettiriyordu.
Şehirdeki bütün imkânlar hemen hemen artık köylerde de var. Köyler, geçmişten bugüne uzanan köklü bir kültürün ve yaşam biçiminin temsilcisidir. Bu nedenle, köyler sadece bir yaşam biçimini değil, aynı zamanda bir kültürü ve mirası da yüceltir. Köyde ya da kasabada ürettiğini satanlardan aldığımız ürünlerle daha doğal beslenme ve yaşama şansımız olabiliyor. Köyde yaşamak, kıymetini bilen için sağlık ve huzur fırsatı. Araç gürültüsünden, egzoz dumanından, gençlerin sürdükleri motor sesinden, işe yetişme telaşından uzak olmak huzurlu değil mi?
Ahmed Arif'in dediği gibi: "Köyümde ne var ne yoksa içimdedir. Köyüm, yaşadığım hayattır."