Günlerdir kadın cinayetlerini konuşuyoruz/tartışıyoruz. Toplumsal vicdanı harekete geçiren son olay, 3 yıl önce boşanmış olan Emine Bulut’un eski eşi tarafından 10 yaşındaki kızının gözü önünde vahşice katledilmesi…
Senelerdir böyle binlercesiyle karşılaştık. Kimileri haber bültenlerinde küçük bir haber olarak geçiştirildi, kimileri Özgecan Arslan cinayetinde olduğu gibi bütün ülkeyi ayağa kaldırdı. Emine Bulut meselesinde olduğu gibi…
Cezalar artırılıyor, yasal düzenlemeler yapılıyor, eğitim çalışmaları, sempozyumlarla bilinçlendirme yapılıyor ama tablo değişmiyor. Bu ülkede her ay ortalama 30 kadın öldürülüyor…
İnanılır gibi değil.
Üstelik bunlar kamuya yansıyanlar, bildiklerimiz.
Bilmediğimiz daha nice şiddet vakaları var kimbilir.
Araştırmalara göre ülkemizdeki kadınların en az üçte biri fiziksel ve/veya cinsel şiddete maruz kalmalarına rağmen bunların sadece yüzde 11’i resmi kurumlara başvuruyor. Dolayısıyla, şiddete maruz kalan kadınların resmi sayılardan çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor. 2012 yılında yürürlüğe giren Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun uyarınca yaşamsal tehlike arz eden acil durumlarda şiddete uğrayan ya da tehdit altındaki kadın doğrudan polis, jandarma gibi kolluk kuvvetlerine başvurabiliyor. Kolluk kuvvetleri de 6284 sayılı Kanun kapsamında koruma talep eden kişinin gördüğü şiddet sonucu hayati tehlikesi bulunduğuna hükmederse, sonradan aile mahkemeleri tarafından onaylanmak koşuluyla koruma kararı çıkartabiliyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre, kolluk kuvvetlerinin aldığı, mahkemeler tarafından onaylanan karar sayısı 2013’te 60 bin civarındayken 2017’de 100 bin civarında. Yüzde 70’e yakın bir artış sözkonusu. Ancak 6284 sayılı Kanun kapsamında yapılan koruma talepleri artsa da dava kabul oranları düşüş gösteriyor. 2010'da yüzde 91.5 olan dava kabul oranı, 2017'de yüzde 10’a yakın oranda gerileyerek yüzde 82,2'ye düşmüş.
Bunu anlamı şu; Mahkemeler kadına koruma kararı vermekten imtina ediyor…
Bu düşüş ülkemizde kadına bakış açısını net bir şekilde ortaya koyuyor. Malum, bizim toplumumuzda ekseriyetle ‘kadının yeri dört duvar arasındadır’ görüşü hakimdir. Kadının kocası tarafından dövülmesine, ‘aile içi mesele’ ya da ‘Karı koca arasına girilmez’ mantığıyla bakanların sayısı oldukça fazladır. Günümüzde dahi hala kızlarına, “Kocandır döver de sever de” diyen ebeveynlerin olduğunu görüyoruz/biliyoruz. Bu yüzden de yaşanan şiddet olaylarının önemli bir bölümü maalesef gizli kalıyor.
Artık şunu hepimiz kabul etmeliyiz; Bu ülkede kadınların en büyük sorunu şiddet. Hatta daha ötesi, bu ülkenin en büyük sorunu şiddet. Her ne kadar yaşanan olaylardan ötürü kadına şiddet olgusu öne çıkıyor olsa da, ülkemizde çocuğa, yaşlıya, hayvanlara da şiddet uygulanıyor. Hatta aile içi baskı gören, dayak yiyen erkeklerden dahi söz edebiliriz. Dolayısıyla sorunu ‘şiddet’ ekseninde ele almak zorundayız. Kime yapıldığından çok niye yapıldığını sorgulamak ve çözüm bulmak zorundayız. Nice şahların, sultanların, kralların, padişahların gelip geçtiği, kimseye kalıcı olmayan bu fani dünyada neyi paylaşamadığımızı sorgulamalıyız.
Yunus Emre ne güzel demiş;
Sular hep aktı geçti,
Kurudu vakti geçti,
Nice han nice sultan,
Tahtı bıraktı geçti,
Dünya bir penceredir,
Her gelen baktı geçti
Hepimiz vakti zamanı geldiğinde fani dünyadan göçüp gideceğiz. Bizden önceki milyarlarca insan gibi. Bu kısa yaşamımızda güzellikleri paylaşmak varken niye şiddete yöneldiğimizi bulmak ve bunu düzeltmek zorundayız. Şiddeti hayatımızdan tamamen çıkartmak zorundayız. Kaybettiğimiz insanlığımızı bulmak, insan olduğumuzu hatırlamak zorundayız…
Aksi halde bu vahşeti durduramayız…