Başımıza ne gelirse gelsin, hangi olumsuzlukla karşılaşırsak karşılaşalım, “Hayırlısı buymuş” deriz veya “Her şeye rağmen hayat güzel” tesellisine sarılırız…
Hayır kardeşim hayır, hayat her şeye rağmen güzel falan değil. İstediğin hiçbir şey olmazken, istemediklerin bir bir gerçekleşiyor. Kimse gözünün yaşına bakmıyor. Başkalarının hayatını güzelleştirmek için orta yerde dolaşan kuklalar gibiyiz sanki. İnsanlar bizimle işleri bitince bir kenara atıyor öylece. Sevdiğimiz, güvendiğimiz insanlardan sürekli darbe üstüne darbe yiyoruz. Yığınlar içerisinde yapayalnız kalıyoruz…
Can Yücel’in dediği gibi; “Ne sahip olduğundur hayat, ne de umdukların bunca zaman. Yüreğin kadardır hayat! Seviliyorsan renkli, seviyorsan siyah beyaz...”
Hayat dediğimiz şey o kadar garip ki, biz ne planlar yaparsak yapalım onun bizim için kurguladığı planların doğrultusunda ilerliyoruz farkında olmadan. Çalışıyorsun, çabalıyorsun, binbir emekle bir şeyler yapıyorsun, sonra küçük bir rüzgar esiyor ve tüm o emeklerin yerle bir oluyor bir anda…
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Hayatımın yarısı telafisi imkânsız hatalar yapmakla diğer yarısı da buna pişman olmakla geçiyor” demiş, gerçekten de böyle değil mi?
Hayatımız ‘pişmanlıklar’ ve ‘keşke’ler arasında geçiyor. İnsanız sonuçta hata yapıyoruz. Ve bu hataların bedelini hayatımız boyunca ödüyoruz…
Düşünün; Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar, sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini. Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını, kanunlara saygı göstermesini, insanları sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar.
Ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun…
Peki ya o?
İnsanlardan dostluk bekliyor, sevgilisinden sadakat, çocuklarından saygı ve bir parça huzur, saadet bekliyor yaşamaktan. Zaman ilerliyor, bir gün o da ölümü bekliyor artık. Aradıklarının çoğunu bulamamış, beklediklerinin çoğu gelmemiş bir insan olarak göçüp gidiyor bu dünyadan.
İşte hayat maceramız özetle bu.
Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak.
Ve yaşayıp beklerken ölmek...