Anadolu Ekonomik, Sosyal, Siyasal ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Başkanı Ahmet Çiçek, İstanbul Sözleşmesi’nin bazı maddelerini Türk toplumunun inanç ve kültürel değerlerine uygun bulmadıklarına dikkat çekerek, “Toplumun genelini ilgilendiren bu tür konularda, toplumun ekseriyetinin uzlaşması aranmalıdır. Tolumun inanç ve kültürel değerleri dikkate alınmalıdır. İçerikte itiraz ettiğimiz bazı hususları değerlendirdik. Ülkemiz yine bir konu üzerinden bir kutuplaşma ile karşı karşıyadır. Bu konudaki kutuplaşma da ülkemiz açısından tehlikelidir. İstanbul Sözleşmesi’ne taraf veya karşısında olanlar, hangisi kadına şiddet taraftarıdır?  Bu konudaki karşılıklı ağır suçlamalardan kaçınılmalıdır. İstanbul Sözleşmesi’nin iptal edilmesiyle sanki iptal edenler kadına şiddet taraftarıymış gibi bir algı operasyonu tehlikelidir. Haksızlıktır. Bu ülkede sağduyu sahibi hiçbir vatandaş şiddet taraftarı değildir, olamaz. İstanbul Sözleşmesi’ne tamamen batılı değerlerin temel alındığı ve toplumsal dinamiklerin göz ardı edildiği ve kadının adeta metalaştırıldığı bir sözleşme olarak bakıyoruz. Bir toplumu ayakta tutan en önemli öğe ailedir. Aile insanların annenin, babanın, çocukların ve devletin kalesidir. Kale yıkılmamalıdır” dedi.
 
Toplumsal cinsiyet eşitliği
İstanbul Sözleşmesi'nin merkezinde toplumsal cinsiyet eşitliği olduğuna dikkat çeken Çiçek, “Toplumsal cinsiyeti savunan sözleşme yanlı olup, sözleşmede ele alınan şiddet, belirsiz, "cinsel yönelim" ve "cinsel kimlik" kavramları legalleştirilmekte, sözleşmede şiddetin önemli bileşenleri görmezden gelinmekte, sadece bir tarafın beyanıyla uzaklaştırma uygulanmakta, sözleşmenin uygulandığı yıllarda zaten şiddeti önlemede yetersiz kaldığı ve sözleşme ile arabuluculuğun yasaklandığı görülmektedir. Sözleşmenin iptal edilmesiyle sanki tüm kadın haklarının yok sayıldığı gibi bir bakış açısı yanlıştır. Bu sözleşmeye dayanılarak çıkartılan 6284 sayılı yasa ve diğer hukuki düzenlemeler yürürlüktedir. İstanbul Sözleşmesi’nin merkezinde toplumsal cinsiyet kavramı vardır.  Toplumsal cinsiyet, kadınlık ve erkekliğin sosyal olarak inşa edildiği fikrine dayanmaktadır. Cinsiyetin sosyal bir yapı olarak kavramsallaşması bilimsel zeminden ziyade, politik argümanlara dayanmaktadır. Bu nedenle günümüzde tüm dünyada toplumsal cinsiyetin ideolojik olduğuna dair tartışmalar yürütülmektedir. Ayrıca kadın ve erkeğin doğuştan getirdiği biyolojik cinsiyeti ile toplumsallaşma sürecinde elde ettiği varsayılan toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımlar literatürde net değildir. Hangi duygu, düşünce, davranışların kadın ve erkek biyolojisiyle, hangilerinin sosyal inşa sürecinde elde edildiği tartışmalıdır. Hatta biyolojik cinsiyetin de toplumsal bir kurgu olduğunu iddia eden önemli teorisyenler bulunmaktadır. İstanbul Sözleşmesi oldukça tartışmalı olan bu toplumsal cinsiyet kavramına dayalı olarak oluşturulan bir metindir.  Resmi Gazete'de yayımlanan 34 sayfalık Türkçe metinde 24, İngilizce metinde 25 yerde toplumsal cinsiyet kelimesi geçmektedir” şeklinde konuştu.
 
‘Tek taraflı bir metin’
Sözleşmedeki toplumsal cinsiyetin tanımını paylaşan Çiçek, “(Madde 3: Tanımlar, c bendi); 'Kadınlar ve erkekler için toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar, eylemler ve nitelikler anlamına gelir.' Bu tanım olabildiğince genel, olumlu veya olumsuz etkileri olan rol ayrımı yapmayan, nitelikten ne kastettiği açık olmayan bir içeriğe sahiptir. Tüm sözleşme kadına yönelik şiddeti bu ucu açık tanıma dayandırarak önlemeyi tavsiye etmektedir. İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyet tanımını yapan ilk uluslararası anlaşma olması bakımından da önemlidir. Toplumsal cinsiyet merkezli inşa edilen İstanbul Sözleşmesi, toplumsal tabanı dikkate alan eleştirilere duyarsız, tek taraflı bir metin görünümündedir. Metin bu haliyle bir toplumu ayakta tutan kültürel değerlerin belirlediği toplumsal rol beklentisini değersizleştiren, küçük bir grubun değerden arınık rol beklentisini temel değer haline getiren yeni bir emperyalizm türüdür. Sözleşmede feminist ideolojinin dili ön plandadır. Sözleşmenin "kadınlara yönelik şiddetin, erkeklerin kadınlar üzerinde tahakküm kurmasına ve kadınlara yönelik ayrımcılığa neden olan ve kadınların tam ilerlemesini engelleyen ve kadınlar ile erkekler arasındaki tarihsel eşitlikçi olmayan güç ilişkisinin tezahürü olduğunun bilincinde olarak" hazırlandığı ifade edilmiştir. Toplumsal cinsiyet savunucularının dine ve geleneğe bakışı yanlıdır” dedi.
 
‘Hedef tahtasına oturtuluyor’
‘İstanbul Sözleşmesi'nin perspektifini oluşturan toplumsal cinsiyete dair metinlerde din bir ayrımcılık kaynağı olarak sunulmaktadır’ diyen Çiçek, “Onlara göre din, ataerkil iktidara meşruiyet sağlamakta, kadına ikincil bir rol vermektedir. Geleneksel değerler, örf, kültür de çoğunlukla bu bakış açısıyla hedef tahtasına oturtulmaktadır. Genel yükümlükler bölümü, madde 12/1’de veya kadınlar ve erkekler için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadınlar ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak için gerekli tedbirleri alır' denmektedir. Burada yerleşik tüm uygulamaların ortadan kaldırılmasından bahsedilirken, yerine konması hedeflenen yeni davranış kalıpların nereden besleneceği muallakta bırakılmıştır. Kadın ve erkeğe ilişkin tanımlanacak olan yeni rollerle, başka bir toplumsal inşa süreci oluşturulmak istenmektedir. Sözleşmede genel yükümlülükler bölümü, Madde 12/5’te 'Taraflar kültür, örf ve adet, gelenek, din veya sözde namusun iş bu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmamasını sağlar' denmektedir. Burada şiddetin vurgulanan geniş içeriğinin göze alınması önemlidir. Bir aile üyesinin, diğer bir aile üyesine dini veya kültürel değerler üzerinden herhangi bir müdahalesi, uyarısı durumun şiddet olarak kodlanması için yeterli olabilecektir. Ayrıca bu madde ve 42. maddede namus ifadesi 'sözde' vurgusuyla verilmekte, bu şekilde hem kadın, hem de erkek için bağlayıcılığı bulunan namus kavramı tahfif edilmektedir. Özellikle Batı'da 'Müslüman ve terörist' kavramlarının sürekli birlikte kullanılması gibi 'din ve namus' şiddetle ilişkilendirilerek kullanılmakta, sanki namus, din, gelenek kavramları şiddetin kaynağıymış gibi sunulmaya çalışılmaktadır. Metnin orijinalinde 'eradicating' kelimesi geçmektedir. Bu kelime 'yok etmek, kökünü kurutmak, kökünden söküp atmak' gibi anlamlara gelmektedir” ifadelerini kullandı.
 
‘İçeriği oldukça belirsiz’
İstanbul Sözleşmesi'nde ele alınan şiddetin içeriğinin belirsiz olduğunu ifade eden Ahmet Çiçek, şöyle devam etti: “Sözleşmedeki yaptırımların üzerinde bina edildiği şiddet kavramının içeriği oldukça belirsiz ve bu nedenle geniştir. Madde 3, tanımlar, a bendinde 'kadına karşı şiddet, bir insan hakları ihlali ve kadınlara yönelik ayrımcılığın bir biçimi olarak anlaşılmaktadır ve ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar veya ıstırap veren veya verebilecek olan toplumsal cinsiyete dayalı her türlü eylem ve bu eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir.' denmektedir. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi ifadesi daha çok kadının fiziksel şiddetten veya cinsel saldırılardan korunması düşüncesini akla getirmektedir. Oysa bu tanımın içeriğinde belirtilen ıstırap verebilecek olan ifadesinin neyi içerdiği belirsizdir. Aynı şekilde psikolojik şiddetten ne anlaşılacağı muğlaktır. Zarar veya acı verilmesi son derece öznel algılanabilecek ifadelerdir. Sözleşme boyunca geçen tüm şiddet ifadeleri bu genel söylemi referans almaktadır. Bu ifadeler istismara oldukça açık,  şiddeti uygulayan veya mağdur olanın öznel değerlendirmelerine imkân tanıyacak ölçüdedir.”
 
 Cinsel yönelim ve cinsel kimlik
“Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması'nda duygusal şiddet, istismar kapsamında 'kadınları kontrol etmeye yönelik davranışlar' da tanımlanarak bir kişinin eşinin kıyafetlerine karışması ya da facebook ve twitter hesabına karışması şiddet olarak yer almıştır. Bunlar şiddetin araçsallaştırılarak, aile ilişkilerinin ve aile temelli toplumsal yapının değiştirilmeye çalışıldığını göstermektedir. Aile kurumundaki karşılıklı sorumluluklar yok sayılmakta, eşler sadece bireysellikleriyle ele alınmaktadır. Ayrıca sözleşme 18 yaşın altındaki kız çocuklarını da kadın olarak tanımlamaktadır. (Madde 3, Tanımlar, f bendi) Bu tanımlamayla neyin amaçlandığı ne sözleşme metninde ne de açıklayıcı metinde ifade edilmemiştir. Ayrımcılık yapılmaması adına "cinsel yönelim" ve "cinsel kimlik" kavramları legalleştirilmektedir. Toplumsal cinsiyet kavramı pek çok farklı bağlamda, daha geniş içeriklerde kullanılabilmektedir. Toplumsal cinsiyet ile ilgili metinlerde cinsel kimlik ve cinsel yönelim de ele alınan ve savunulan olgulardır. Bu durum İstanbul Sözleşmesi'nde de görülmektedir. Sözleşmenin temel haklar, eşitlik ve ayrım gözetmeme, özellikle mağdurların haklarını korumaya yönelik önlemler olmak üzere, iş bu sözleşme hükümlerinin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşe sahip olma, ulusal veya sosyal menşe, bir ulusal azınlıkla bağ, mülkiyet, doğum, cinsel yönelim, cinsel kimlik, yaş, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen ya da mülteci olma durumu veya başka statüler temelinde herhangi bir ayrımcılık olmaksızın taraflarca uygulanması güvence altına alınmıştır.' denmektedir. Sözleşme hükümlerinde cinsel yönelim ve cinsel kimliğe yönelik ayrım yapılmaması adına, bu olgular legallik elde etmiştir.”
 
‘Şiddetin her türlüsü yanlış’
Cinsel yönelim ve cinsel kimlik ifadelerine değinen Çiçek, “Sözleşmede ifade edilen cinsel yönelim ve cinsel kimlik ifadeleri, Avrupa Konseyi'nce hazırlanan sözleşmenin açıklayıcı metninde fıtrata aykırı cinsel yönelimler güvence altına alınmıştır. Bunlardan bazıları örgütlenme özgürlüğü,  fon kaynaklarına ulaşımda ayrımcılık yapılmaması, barışçıl toplanma özgürlüğünün etkili biçimde kullanılması için uygun tedbirlerinin alınması, kamu ahlakı, kamu düzeni gibi gerekçelerin suistimalinin engellenmesi, okul müfredatına ve eğitim malzemelerine cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliğiyle ilgili bilgilerin dâhil edilerek, öğrencilerin kendi cinsel yönelimleri ve toplumsal cinsiyet kimliklerine uygun biçimde yaşamalarının mümkün kılınmasıdır. Burada şu hususu gözden kaçırmamak gerekmektedir. Burada tarif edilen kimliğe karşı çıkmak onlara şiddet uygulanması manasına gelemez. Şiddetin her türlüsü her canlıya karşı yapılması yanlıştır ve cezai bir karşılığı olmalıdır. Ama bu kimlikleri legal doğru bir davranış biçimi imiş gibi bir hale getirmek bu yönelimlere teşvik imajı uyandıracaktır” diye konuştu.
 
Şiddetin önemli bileşenleri
İstanbul Sözleşmesi’nin şiddetin önemli bileşenlerini görmezden geldiğini anlatan Ahmet Çiçek, “Sözleşme kadına yönelik şiddeti sadece toplumsal cinsiyet perspektifi üzerinden açıklamaktadır. Sözleşmenin giriş bölümünde de 'kadına karşı şiddetin yapısal özelliği toplumsal cinsiyete dayanmaktadır' denmektedir. 'Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi' ismindeki bu belgede şiddeti önlemeye ilişkin tüm önlemler toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasına yöneliktir. Literatürde kadına yönelik şiddete ilişkin tanımlanan risk faktörlerinin hiç birine yer verilmemiştir. Çocuklukta kötü muameleye maruz kalma, alkol ve uyuşturucu madde kullanımı, psikiyatrik bozukluklar, kumar gibi şiddeti önemli oranda artırdığı bilimsel olarak tespit edilen risk faktörlerine değinilmemiştir. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre şiddeti uygulayan için 25, kurbanlar için 27 risk faktörü tanımlanmıştır. Alkol kötüye kullanımı veya bağımlılığında hiç tanı almayanlara oranla saldırganlık yaygınlığının 12 kat, madde bağımlılığında ise 16 kat daha fazla olduğu, erkeğin kadına fiziksel şiddet uygulamasının alkol alındığı günlerde 8 kat daha fazla olduğu vb. alkol-şiddet ilişkisine dair pek çok bulgu mevcuttur. Yapılan pek çok çalışmada aile içi şiddeti artıran olaylar arasında ekonomik yetersizlik ilk üç sırada yer almaktadır. Şiddeti ele alan araştırmalar değerlendirildiğinde şiddetin sadece erkek ve kadına yüklenen sosyal roller, ataerkil yapı argümanları üzerinden açıklanamayacağı açıktır. Şiddeti sadece toplumsal cinsiyet eşitsizliğine indirgeyen bu yaklaşımın, şiddeti önlemeye ilişkin gerçek bir kaygısının olup olmadığı oldukça şüphelidir. Sözleşme, uygulandığı yıllar boyunca şiddeti önleyememiştir” dedi.
 
‘Şiddet ve tecavüz oranları ürkütücü’
Toplumsal cinsiyet eşitliğinde model ülke olan İskandinav ülkelerinde şiddet ve tecavüz oranlarının ürkütücü seviyelerde olduğuna dikkat çeken Çiçek, “Toplumsal cinsiyet eşitliğini şiddetin önlenmesi için tek reçete olarak sunan bu sözleşme, toplumsal cinsiyet eşitliği indeksinde üst sıralarda olan ülkelerde, kadına yönelik şiddet, cinayet ve tecavüz oranlarının niçin yüksek düzeylerde olduğunu açıklayamamaktadır. Uluslararası Af Örgütü’nün raporuna göre Finlandiya'da her yıl 50 bin kadın tecavüz ve cinsel şiddete maruz kalmaktadır. Danimarka'da 2017 yılında 24 bin kadın tecavüze uğramış veya tecavüz girişiminde bulunulmuştur. Konu ile ilgili Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Kumi Naidoo, cinsiyet eşitliği açısından ilk sıralarda yer alan İskandinav ülkelerinin şok edici derecede yüksek tecavüz oranlarına sahip olmasının bir çelişki olduğunu ifade etmiştir. Benzer şekilde toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı politikaların uygulanmaya başlamasından sonraki süreçte de, ülkemizde istatistikler şiddetin azalmadığını göstermektedir. Adalet Bakanlığı verilerine göre aile ve asliye mahkemelerinde onaylanan kolluk kuvveti kararları her geçen yıl artmaktadır. Bir bakıma uygulamada olan İstanbul Sözleşmesi ve dayandığı toplumsal cinsiyet perspektifinin hem ülkemizde hem de dünyada şiddeti önlemedeki başarısı oldukça tartışmalıdır. İstanbul Sözleşmesi'nin uygulamaya girmesinden sonra şiddet oranlarının yükselişini, veri kayıt sisteminin değişmesine bağlayanlar bulunmaktadır. Fakat sadece Sözleşmesi’nin uygulamaya girdiği tarih ve günümüz verileri arasındaki şiddette bir artış söz konusu olmayıp, günümüze kadar her yıl kademeli bir artışın olduğu görülmektedir. Ülkemizde şiddete ilişkin verilerin sağlıklı olmadığı da dile getirilmektedir” şeklinde konuştu.
 
‘Arabuluculuğu yasaklıyor’
‘Sözleşme arabuluculuğu yasaklamaktadır’ diyen Çiçek, “Sözleşmenin 48. maddesi arabuluculuğu yasaklamakta, 'taraflar işbu sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete ilişkin olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere, zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır' demektedir. Sözleşmedeki şiddetin fiziksel, cinsel, ekonomik ve psikolojik şiddeti içerdiği göz önüne alındığında, bu maddede sadece fiziksel şiddete yönelik değil, tüm şiddet türlerine yönelik bir yasağın konduğu görülmektedir. Bu maddeden de anlaşılacağı üzere, sözleşmede aileyi koruyabilecek tedbirlere yer verilmemekte, toptancı bir yaklaşımla arabuluculuğun faydalı olabileceği durumlar da dışlanmaktadır. İstanbul Sözleşmesi dünyanın pek çok yerinde tepkiyle karşılanmaktadır. İstanbul Sözleşmesi ve toplumsal cinsiyet perspektifi şiddetin önlenmesinin vazgeçilemez çözümü değildir. Sözleşmede yer alan bazı maddeler ilk akla gelen anlamlarıyla şiddetin varlığına ilişkin tespitler sunsa da, çözüm reçetesinin toplumsal cinsiyet algısına indirgenmesi ve bu maddelerdeki kavramların tanımlarının belirsizliği sözleşmenin ideolojik yönünü ön plana çıkarmaktadır. Bu nedenle sözleşmenin gündem olduğu ülkelerde güçlü bir muhalefet oluşmuş, toplumsal cinsiyet ideolojik bir kavram olarak değerlendirilmiştir” dedi.
 
‘Gizli gündemli bir metin’
Sözleşmenin toplumların yapısını değiştirmeye çalışan gizli gündemli bir metin olarak ele alındığını anlatan Ahmet Çiçek, “Kilise başta olmak üzere, sağ partilerden, liberal politika karşıtlarından, toplumun farklı kesimlerinden büyük tepkiler toplamaktadır. Bulgaristan Hükümeti 2018 yılında İstanbul Sözleşmesi’ni reddetmiş, Anayasa Mahkemesi sözleşmenin Bulgaristan Anayasası'na aykırı olduğuna karar vermiştir. Polonya’da 2014 yılında toplumsal cinsiyet ideolojisini durdurmaya ilişkin parlamento komisyonu kurulmuştur. Hırvatistan’da 2018 yılında İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin önemli tepkiler meydana gelmiştir.   Hırvat muhafazakârlar, sözleşmenin kadınları koruma argümanı altında toplumsal cinsiyet ideolojisini teşvik ettiğini ve geleneksel aile değerlerini zayıflattığını ifade etmiştir. Hırvatistan Başbakanı ise, İstanbul Sözleşmesi'nin özünün kadınları şiddetten korumak olduğunu vurgulayarak, hükümetin herhangi bir yanlış yorumlamanın önüne geçeceği vaadinde bulunmak durumunda kalmıştır. Ekvador'un solcu Cumhurbaşkanı Rafael Corrêa, “toplumsal cinsiyet ideolojisini” aileyi yok etmeye yönelik bir araç olarak yorumlamış ve kınamıştır. Yani Avrupa da bile bazı ülkeler sözleşmeyi onaylamışlar, bazıları onaylamamışlardır. Aile kanunumuz Avrupa Konseyi tarafından belirlenmektedir. İstanbul Sözleşmesi'nin iç hukuktaki yeri şu şekilde değerlendirilmektedir; Anayasa Mahkemesi 90/5 uyarınca, İstanbul Sözleşmesi kanun hükmündedir. Sözleşme hakkında, Anayasa'ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurulamaz. İstanbul Sözleşmesi ile kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, İstanbul Sözleşmesi hükümleri esas alınır. Anayasa'nın 11'inci maddesi uyarınca,  İstanbul Sözleşmesi hükümleri,  yasama,  yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır” diye konuştu.
 
Kritik maddeler
Sözleşmenin hukuk hiyerarşisinin en üstünde yer alarak, Anayasa ya da iç kanunla çelişmesi durumunda ulusal hukuki itiraz kanallarını kapattığını aktaran Çiçek, “6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un 2'nci maddesinin a bendi, kanunun uygulanmasında İstanbul Sözleşmesi'nin esas alındığını belirtmektedir. Dolayısıyla, aileyi koruma kanunumuz, İstanbul Sözleşmesi aracılığıyla Avrupa tarafından belirlenmektedir. Ayrıca İstanbul Sözleşmesi'nin 78'inci maddesi, sözleşmenin sınırlı sayıda maddesine çekince konulabileceğini belirtmektedir. Bu çekinceler ise sözleşme yürürlüğe girdikten sonra '5 yıl süreyle' sınırlandırılmakta, süresiz çekinceye izin verilmemektedir. Madde 79'a göre 5 yılın sonunda yeniden çekince konmak istenirse GREVIO'ya nedenleri bildirilmek durumundadır. Sözleşmenin çekince konulabilecek maddeleri incelendiğinde 4, 12 ve 42'nci maddesi gibi kritik maddelerine çekince konulamadığı görülmektedir” dedi.  Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadına yönelik şiddetin var olduğu, bunun gün geçtikçe arttığının görüldüğünü vurgulayan Çiçek, “Değerlerimizi referans alan yasalar yapılması mümkündür. Bu durumun nedenlerinin objektif bir şekilde ortaya konması ve müdahale programları geliştirilmesi gerekmektedir.  İstanbul Sözleşmesi'nin iptal edilmesini istemek, boşanmak isteyen eşlerin öldürülmesini onaylamak, aile bütünlüğünün korunması uğruna kadının can güvenliğini tehlikeye atmak, kadının yaşadığı her türlü travmatik duruma rağmen evliliği sürdürmeye zorlamak veya kadını sadece ev içi rollerle tanımlamak demek değildir. İstanbul Sözleşmesi’nin iptalini istemek şiddetin araçsallaştırılmasına karşı çıkmak, aile kurumu üzerindeki tahakkümün kalkmasını istemek demektir. Şiddetin önlenmesine ilişkin ülkemizin yerel özelliklerini ve aile kurumunun saygınlığını esas alan tedbirlerin alınması mümkündür. Aile politikaları sadece feminist ideolojilerin insafına bırakılamayacak kadar önemlidir. Ülkemiz hukukçuları, sosyal bilimcileri, aydınları ve ilim adamları zaman kaybetmeden bu önemli konuda çalışmalar yürütmeli inisiyatif almalı yerli, milli, inanç ve kültürel değerlerimize uygun olarak ve yeni yasal düzenlemeler yapılmalıdır” diyerek konuşmasını tamamladı.
 
 
Esra ALTUNKES
Kaynak: Haber Merkezi