Karantina günlerinde, kendimi pazardan topladığım yabani otlarla meşgul görünce şaşırdım doğrusu… İçimde olan zaten hekimlikten kaynaklı şifacı gücün, bizzat doğadan elde edilen iksirle artacağı fikriydi bu herhalde.. Derken kendimi geleneksel tıp ve kadın ilişkisini araştırırken buldum. En hoşuma giden de, geleneksel tıbbın, genelde anne-kız ilişkisiyle nesilden nesile aktarıldığı oldu… Modern tıbbın ve şimdiki popüler tıbbın faydalandığı ve temellerini aldığı bir birikim aslında geleneksel tıp.. Okuyacağınız gibi Anadolu ve yakın topraklar,  tıbbın doğduğu yerler… Bizler şifa verme, hasta bakma, acı ve çaresizlik içinde olana el uzatmayı, kadim öğretilerimizden kaynaklı biliyoruz.

Tıbbi antropoloji denen sağlığın kültürle ilişkisini inceleyen bilim dalı, kadının toplum sağlığındaki önemi üzerinde durur. Çocuğu kadın büyütür. Ayrıca kadın, aile ve toplumda hijyeni sağlamak, beslenme düzeni, sağlıklı ve dengeli ürün tüketimi konusunda neredeyse görevli konumundadır. Kadının nesillerdir aktarılan şifacı yanı vardır. Toplum sağlığındaki konumu bu yönleriyle görünmez ama oldukça büyüktür.

Tıp bilimi, insanı ve yaşamı korumayı amaç edinir. Nesiller arasında bilgi aktarımı, insanların nelerden fayda bulduğu, benimseyip yaşattığı ve aktardığı geleneksel tıbbın ve alternatif tıbbın oluşum gücüdür.

Sağlık ve iyilik kavramı toplumdan topluma değişir, sağlıklı olma hissi kültürel değişiklikler gösterir. Illcich’e göre sağlık çevredeki değişimlere uyum sağlayabilme, büyüyebilme, yaşlanabilme, hastalanınca iyileşebilme, acı çekebilme ve ölümü huzurlu bir şekilde bekleyebilme yeteneğidir. Sağlık bir görevdir. Bu kişisel görevde başarılı olmak büyük ölçüde her insanın kendi günlük ritmini ve etkinliğini, diyetini ve cinsel faaliyetlerini ayarlamasına yarayan kendini bilme, kendini disipline etme yeteneklerinin ve tinsel gücünün sonucudur.

Dünya Sağlık Örgütüne göre ise sağlık fiziksel, mental ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir. Bireylerin sosyal, ruhsal, fiziksel, cinsel, siyasal, ekonomik, çevresel, toplumsal anlamda tam bir huzur içinde olmalarını kapsar.

‘Hastalık’ kanıta dayalı bazen de laboratuvar şartlarında da ispat edilebilen bir olgudur ama ‘rahatsızlık’ kişinin hastalıktan duyduğu psikolojik etkilenimi de içeren ve sosyal uyumunun düştüğü fikrini uyandıran bir olgudur. Hasta olmak zor, rahatsızlık daha da zordur. Geleneksel halk tıbbında bir amaç da ruhsal iyilik hali yaratmaktır yani rahatsızlığı tedavi etmektir. Ruhun sağaltılma fikri Şaman kültürüne kadar dayanmaktadır. Çünkü hastalığın ruhdan bir şeylerin eksilmesi ya da ruha bir şeylerin katılmasıyla ilgili olduğu düşünülmektedir.

Modern tıp ve geleneksel tıp çatışır;

Modern tıp yaklaşık 300 yıllık bir geçmişe sahiptir ama geleneksel tıp binlerce yıldır aktarılan, geliştirilen, değiştirilen, eklenen, gereksiz ise de unutulan şifa kaynaklarıdır. Halk tıbbı, doğadaki bitkilerle hazırlanan iyileştirme iksirleridir. İnsanın çaresizliklerinde tutunduğu ve doğaya dönme fikrinin ağır bastığı anlarda el uzattığı kapıdır.

Modern tıpta kanıta dayalı ilaçlar sunulurken, geleneksel tıpta tecrübe, inançlar, aktarılan bilgiler hakimdir. Kullanılan yöntemler de endemik yani bölgesel özellikler taşır. Modern tıbbın ilkelerinden uzaktır ama yine de uygulayan kadın için, yararlı olma konusunda en azından kendi süzgecinden geçmiştir.

Modern tıp geleneksel tıbbı istemez çünkü; çaresizlik hissi ve acının insanı pekçok yönteme itebileceği düşünülür. Geleneksel tıp da denenmiştir ama bilimsel tıp gibi kanıtlanmış ve standardize edilmiş değildir. Elde edilme yolları değişkendir, hazırlanma yöntemine göre şifanın değişebildiği, kişiye göre farklılık içeren yöntemlerdir. Aynı zamanda da geleneksel uygulamaların yarar beklentisi sabit değildir, genelde kısa sürelidir ve tamamen yan etkisiz de değildir. Kimi bitkilerin ölümcül etkileri bile olabilir.

Geleneksel tıp ise modern tıbbı eleştirir çünkü;  modern tıp insanı ruh bütünlüğüyle beraber ele almamaktadır ve insanı organlarına ayırarak organ sağlığına yönelmektedir. İnsanı bütün olarak göremez ve böylece Hipokratın temel ilkesi ‘önce zarar verme’ ilkesine aykırı düşer. İlaçlar yeterince yararlı değildir ve yan etkiler içerir.

Geçmişe dönersek;

şifa kazandırma gücü ve sergilenen hünerler, doktorluk tarihininden öncesine dayanır. Reçeteler tıp denilen kurumsal öğretiden çok daha eskidir. Acı, yardım yakarışı içeren bireysel bir tepkidir. Acıya verilen destek, yardım ve şifa gücü de yapanı yücelten bir kimlik kazandırır.

Şifa verme gücü ve uygulanan yöntemler, Türklerde, Anadolu’da ve yakın coğrafyalarda çok  eskidir. Şaman kültüründe de sağaltan kişi yüceltilir, ona statü ekler. Tarihdeki ilk hekimlerin Şaman kültüründe  olduğu düşünülür. Türk İslam tıbbında  ise şifa dağıtma hekimler ve tabiplerle olmuştur. Hekim, tıbbı felsefesiyle düşünür ve uygular, tabip ise belli yöntemleri bilen ve uygulayandır. Şifa geleneksel tıptan alınan yöntemlerle dağıtılmaktadır.

Lokman hekim, bazı kaynaklara göre Antalya, Tarsus, Ceyhan civarında  yaşamış bir şifacıdır. Bir hayli yaşlanmıştır. Ölümsüzlük iksirinde yazan bitkiyi bulmak için Asi ya da bir rivayete göre Misis nehrini geçmeye çalışırken nehre düşer ve ölür, ölümsüzlük iksirini yapamaz.

Şahmaran hikayesinde de Şahmaran’ı öldürüp padişahı tedavi eden Camşasb’ın Lokman Hekim olduğu söylenir.

Mitolojide Apollon’un oğlu usta bir hekim olan tanrı Asklepios, maharetlerini o kadar arttırır ki, artık ölüleri bile diriltme yoluna gider. Dünyanın dengesinin bozuluyor olduğuna inanan Zeus, Asklepious’u yakar, öldürür. Apollon oğlunun öcünü Zeus’dan alır ve oğlu Asklepious’u gökyüzünde burçlar arasına yerleştirir.

Asklepious’un bilgeliğinden ve öğretilerinden etkilenen Hipokrat ise tedavisinde hava, su ve toprağın önemine değinir. Sağlığa bütüncül bir yaklaşımla bakar ve doğanın iyi edici gücünden bahseder.

Anadolu’da ‘ocaklı olma’ kültürü de vardır. Mistik güçlerin ‘el verme’ yoluyla genelde anne-babadan çocuğa ya da aileden birine devredilmesidir. Ocak kültürü dinsel ögeleri kullanmakla beraber geleneksel tıbbı da kullanır. Erkek erkeğe, kadın kadına elini verir.

Günümüzde ise;

geleneksel tıp, çabuk ulaşılan, basit, evde üretilen, sıkıntıyı o an için geçiştirme özelliğinde olan, zarar vermeyeceğine güvenilen yöntemler olarak algılanır. Kimi zaman da doğanın eşsiz gücünü insana ilk uzatan  el gibidir. Doğanın iyileştirici elini sırtında hisseder insan..

Toplumumuzda  geleneksel tıbbı kullandığını ifade etmek, modernlikle bağdaşmayan bir imaj yaratmaktadır. Fakat söylenip paylaşıldıkça ve yararı anlaşıldıkça ‘şifacı’ olmanın verdiği hissin, kadınlar arasında ‘otorite arttırıcı’ olduğu  görülür. ‘Şifa dağıtan ele sahip olma’ ve geleneksel reçeteleri bilmek, genelde kadının sahip olduğu bir güçtür. Ana erkil yapıda çocuk büyütme  ve hastalıklarıyla ilgilenme, kadının sağaltıcı gücünü geliştirmiştir. Bu yüzden hatırda tutma, geliştirme ve aktarma yönünde kadın gayret gösterir. Pek çoğumuzun kulağına biraz da kısık sesle okunan, şifacı büyükanne sözlerinin olduğunu biliyorum. Kadın bu iyileştirme gücüyle anaerkil yapıdaki yerini sağlamlaştırır. Kısık sesle okunmasının da anaerkil yapıda edinilen otoritenin paylaşılmaması ve sır olarak saklanma isteği olabileceği düşünülür.

Geleneksel tıbbın, kadınlar arasında yayıldığı ve nesilden nesile iletildiği düşünülüyor. Yapılan araştırmalarda bu aktarımın, kızın evliliği ve çocuk doğurması sonrasında arttığı, anne-kızın aynı şehirlerde oturmasının bu paylaşımı arttırdığı görülmüş. Fakat aktarım, çeşitli nedenlerle  giderek azalmakta… Genç kuşağın, ancak uygulandığını görmesi ve faydaya tanık olmasıyla aktarım yoluna gittiği görülüyor. Yine yakın akraba ilişkilerinin yaşatıldığı, yakın konumlarda oturan aileler arasında  yaygın. Gelenekselin kullanımında karşılıklı iletişimin, bir yakınından tavsiye almanın, karşılıklı görüşmenin ikna edici olduğu görülmüş. Yoksul semt ve gecekondu mahallelerinde daha çok kullanılıyor. Bunda sağlık imkanlarına kavuşmanın maliyeti de etken. Geleneksel tıbbın aktarımına, eğitim ve kent kültürü sekte vurmuş çünkü kentte doğma ve  yaşama süresi uzadıkça  geleneksel tıbbın sorgulamadan kabulüne engel olmuş..

Zamanla hayatımıza popüler tıp da girdi. Kullanılan pekçok vitamin ve bitkisel ekstrenin, geleneksel tıp kökenli olduğu biliniyor. Ürünlerini yüksek beklentiyle, heyecanla, saf hislerle kullanıyoruz. Başa döndük, doğaya sığındık, tıpkı doğadan koparıp kullanıyor gibi hissediyoruz.

Şu anda yeni  nesilin, bu tür vitamin ve destekleri biraz da doğaüstü güç beklentisiyle tükettiğini biliyoruz. Yine cilt bakım ürünleri, yaşlanma karşıtı ürünler, şampuanlar, pekçok diğer güzellik ürünleri gibi.. Aktarımda unutulanların olduğu ve popüler tıbbın bunları ortaya çıkardığı da bir gerçek.. Çünkü köyde yani folklorik ortamda büyükannenin kuruttuğu bitkinin ekstresini, torun yeni bir keşif yapmışçasına süslü paketlerle yüksek ücretler ödeyerek satın alabilmekte…

Bu ürünlerin üretim ve denetimi kitle ihtiyacına yönelik büyük ölçeklere taşındı bildiğimiz gibi .. Bu şifa dağıttığına inanılan ürünler üzerine, fabrikalar, markalar, holdingler, televizyon kanalları inşa edildi. Bilinen geleneksel yöntemler kısmen değiştirilerek, yeni isim ve tanıtımla popüler tıbbın bir parçası haline getirildi. Dünya sağlık örgütü son yıllarda geleneksel tıbbı destekleme yönünde karar değiştirdi. Böylelikle geleneksel tıbbın yıllar içinde deneyerek taşıdığı yöntem ve reçeteler, modern tıpla bütünleşme ve yorumlanma  fırsatı buldu.

Aktarıma engel;

şehir kültürü, eğitim, sorgulamadan kabulün artık pek mümkün olmaması, doğala erişimin zorluğu, zamansızlık, modernite saplantısı olabilir.Ayrıca, madem aktarım, anne-kız ilişkisinden ilerliyor, anne-kız ilişkisinde aktarımı engelleyen ne oldu? Şifacı yanıyla da otoritesini koruyan anaerkil düzendeki kadın , bildiklerini aktarmaktan  neden vazgeçti? Hadi biraz düşünelim..

Saygılarımla…