İnsanlık tarihine baktığımızda, kutsal metinlerdeki ilk ‘dezenformasyon’ vakasının, Şeytan’ın ilk insan olarak kabul edilen Âdem ve Havva’yı kandırmak için yasak meyve hakkında yaydığı yanıltıcı bilgi olduğunu görürüz. Şeytan, meyvenin yenmesinin Tanrı’nın bilgeliğine ulaşmayı sağlayacağını iddia ederek gerçeği çarpıtmış ve insanlığın ilk ahlaki sınavına sebep olmuştur.

Dinlerin temel ilkeleri arasında,‘doğruluktan uzaklaşma’nın (yalan söyleme ve gerçeği çarpıtma) yasaklanmasının da yer almasına rağmen, dijital çağda kitleleri manipüle etmek için din eksenli dezenformasyonun sıkça kullanılması dikkat çekici bir paradokstur. Örneğin, sosyal medyada çarpıtılmış dini anlatılar, topluluklar arasında kutuplaşma yaratmak için yaygın bir araç haline gelmiştir.

İnanç sistemleri, bilgi kirliliğini tarih boyunca toplumsal uyum, adalet ve manevi bütünlüğü tehdit eden bir sorun olarak görmüştür. Yahudilik, Hristiyanlık, İslam, Budizm ve Hinduizm gibi büyük dinler, bu sorunu kendi teolojik ve felsefi çerçeveleri içinde ele alarak doğruluğu ahlaki bir erdem, yalanı ise bireysel ve toplumsal zararların kaynağı olarak kınamıştır. Her bir dinin kutsal metinleri, bilginin dürüstlükle aktarılmasının gerekliliğini vurgularken, kasıtlı veya kasıtsız yanlış bilginin yıkıcı sonuçlarına dikkat çeker.

Yahudi geleneğinde doğruluk, Tanrı ile antlaşmanın temel taşıdır. Tevrat’taki On Emir’den biri, “Komşuna karşı yalan tanıklık etmeyeceksin” (Çıkış 20:16) buyruğuyla toplumsal adaleti korur. Levililer 19:11’deki “Yalan söylemeyeceksiniz” emri, tüm ilişkilerde dürüstlüğü şart koşar. Talmud’da‘laşon hara’ (kötü konuşma) kavramı, yalan olmasa bile zarar verici sözlerin yayılmasını engellemeyi hedefler; bu, dedikodu veya yanlış yönlendirmenin toplumsal uyumu bozabileceğini gösterir. Hz. Musa’nın öğretileri, kutsal metinlerin çarpıtılmamasını (Tesniye 4:2) emrederek bilgi kirliliğinin ilahi iradeye aykırı olduğunu vurgular. Yahudi etiği, ‘tikkunolam’ (dünyayı onarma) ilkesiyle, gerçeğin gizlenmesinin bile toplumu zayıflatabileceğini savunur.

Yeni Ahit’te yalan, ‘Şeytan’ın bir özelliği’ olarak tanımlanır (Yuhanna 8:44) ve sahte öğretiler topluluğu bölme riski taşır (2. Petrus 2:1). Pavlus’un “Yalanı bırakın ve komşunuzla gerçeği konuşun” (Efesliler 4:25) çağrısı, iletişimin doğruluk üzerine kurulmasını öğütler. Hz. İsa’nın Ferisileri ikiyüzlülükle suçlaması (Matta 23:27-28), dış görünüşle gerçek niyet arasındaki çelişkinin ahlaki bir çöküş olduğunu gösterir.

İslam’da doğruluk, imanın bir yansımasıdır; yalan ise büyük günahlardan sayılır. Kur’an-ı Kerim, “Hakkı batılla karıştırmayın” (Bakara 2:42) uyarısıyla gerçeğin kasıtlı çarpıtılmasını yasaklar. Hucurat Suresi 49:6, doğrulanmamış bilginin yayılmasının toplumsal zarara yol açabileceğini belirterek müminleri araştırma yapmaya çağırır. Hz. Muhammed’in “Doğruluk Cennet’e, yalan Cehennem’e götürür” (Sahih-i Buhari, İman, Hadis 6094) hadisi, sözlerin manevi sonuçlarını vurgular. İftira ve gıybet gibi kavramlar, yanlış bilginin bireysel itibarı zedeleyebileceği endişesiyle kınanır.

Budist öğretide Doğru Konuşma, ‘Sekiz Aşamalı Asil Yol’un temel bir unsurudur. Yalan, karmik sonuçlar doğuran bir eylem olarak görülür; Dhammapada’da (Bölüm 13, 176) “Yalan söyleyen kişi hiçbir kötülükten kaçınmaz” denilerek uyarılır. Kalama Sutta, takipçileri duyduklarını sorgulamaya ve yalnızca faydalı olanı konuşmaya teşvik eder. Sigalovada Sutta, zarar verici sözlerin toplumsal uyumu bozduğunu belirtirken, Ambalatthika-rahulovada Sutta, kasıtlı yalanın ahlaki çöküşe yol açtığını vurgular. Budist etik, konuşmanın yalnızca doğru değil, aynı zamanda nazik ve amaçlı olmasını savunur.

Hinduizm’de ‘satya’ (doğruluk), temel ahlaki ilkelerden biridir. BhagavadGita (16.2), doğruluğu ruhsal saflığın bir özelliği olarak yüceltir. Yalan, ‘dharma’ya (evrensel düzen) aykırı bir eylem olarak görülür ve karmik sonuçlar doğurur. Bu, diğer dinlerle ortak bir doğruluk vurgusunu yansıtır.

İbrahimi dinler (Yahudilik, Hristiyanlık, İslam), yalanın ilahi yargıyla cezalandırılacağını vurgularken, Budizm ve Hinduizm, yalanın karmik döngüyü uzatarak bireysel ve toplumsal huzuru bozduğunu belirtir. Ancak tüm dinler, bilgi kirliliğinin güveni sarstığı ve toplumu böldüğü konusunda hemfikirdir. İbrahimi dinler, doğruluğu Tanrı’ya bağlılık olarak görürken, doğu dinleri bunu evrensel uyumun bir parçası olarak ele alır. Bu farklı motivasyonlar, bilgi kirliliğine karşı ortak bir ahlaki duruşu güçlendirir: “Gerçeğin savunulması ve yalanın reddedilmesi”.

Dijital çağda bu öğretiler, dezenformasyonla mücadelede rehber olabilir. Örneğin, dini liderler medya okuryazarlığını teşvik ederek topluluklarını sahte içeriklere (örneğin,deepfake videolar, manipüle edilmiş dini metinler) karşı bilinçlendirebilir. Toplumsal diyalog platformları, dinlerin doğruluğu yücelten ilkelerini temel alarak, yanlış bilgiye karşı kolektif bir direnç oluşturabilir. Kutsal metinler ve peygamberlerin öğretileri, yalnızca doğruyu söylemeyi değil, aynı zamanda gerçeği aktif bir şekilde aramayı öğütler. Bu çağrılar, sosyal medya çağında sahte haberlerin ve manipülatif içeriklerin hızla yayıldığı bir dünyada daha da kritik bir önem kazanmaktadır.