Allah korusun, dünyamızda bir dizi doğal afet meydana gelse ve dünyanın büyük bir kısmı toprak altında kalsa, bundan 5000 yıl sonra yaşayan insanlar bizim çağımız hakkında ne düşünürlerdi?
Her şeyden önce yaşadığımız dönemi beton çağı olarak adlandırırlardı. Aynen bizim de eski dönemleri taş çağı, demir çağı, tunç çağı diye adlandırdığımız gibi. Ancak sadece beton çağı demek yeterli gelmeyebilirdi. O yüzden beton çağını da plastikli ve plastiksiz olarak ikiye ayırıp incelemeleri muhtemeldir.
Antalya ile ilgili yapılacak bir araştırmada yaşanacak ilk sorun 5000 yıl öncesinin antik Antalya kentinin yerini bulmak olacaktır. Kentimiz insanlık tarafından yeterince tanınmamaktadır ve diğer yerlerde kentimize ait pek fazla bilgi bulunması mümkün değildir. Uzun uğraşlardan sonra azimli bir arkeologun bulacağı kentimizde yoğun beton ve plastik kullanımının tespit edilmesiyle beraber Antalya’nın tipik bir “plastikli beton çağı” kenti olduğu anlaşılacaktır.
Yapılan detaylı kazılar neticesinde şehir merkezinde yaklaşık 15 yıl arayla yapılmış iki ayrı ray bulunacaktır. Raylar üzerinde gezen tramvaylara ait enkazların bulunmasıyla da 15 yılda Antalya’nın büyük bir teknolojik atılım yaptığı düşünülecektir. Çünkü her iki tramvay arasında dağlar kadar teknolojik fark vardır. Umalım ki eskisinin hibe olduğunu tespit edebilsinler.
Diğer yandan çapı 20 kilometreyi bulan bu şehirde neden iki adet kısacık ray hattının bulunduğu ise ayrı bir tez konusu olarak işlenecek ve muhtemeldir ki gerçek sebep hiçbir zaman bulunamayacaktır. Belki de iyi niyetli düşünülecek ve daha geniş bir alana yayılan ray sisteminin o güne ulaşmamış olabileceği söylenecektir. Raylı sistemi tamamlamaktan aciz bir kent olduğumuz akıllara gelmeyecektir.
2010’lu yılların Antalya’sında topu topu iki adet düzgün tiyatro salonu, bir adet opera salonu olduğu, ayrıca bir stadın olmadığı tespit edilince de tüm karizmamızın yerle bir olduğu ve “dünya kenti Antalya” sloganımızın bir züğürt tesellisi olduğu görülecektir.
Öte yandan kent çevresinde birçok otel kalıntısı bulunacak fakat defterdarlık enkazında ele geçen belgelerden Antalya halkının turizm gelirinden yeterince faydalanamadığı görülecektir. Paranın nereye gittiği ise zannediyorum ki bir profesörlük tezinin konusu olacaktır.
Yine bu arkeolojik araştırmaları yapan ekipler kentimizin batı kısmında yarım kalmış bir yol kalıntısı bulacaklardır. Adına “Batı Çevre Yolu” denen ve bir türlü bitirilemeyen bu yolun neden yarım kaldığı da muhtemelen o dönem insanınca anlaşılamayacaktır.
Şurası kesin ki, 2010’ların Antalya’sı ne eski Mısır, ne de eski Mezopotamya kentleri gibi bir uygarlık kenti ve beşiği olarak adlandırılmayacaktır. Bana öyle geliyor ki ilkellikten kurtulamamış, uygarlıktan tam anlamıyla yararlanamamış vasat bir kent olarak anılacak, neden böyle olduğu ise tarihin bir gizemi olarak kalacaktır.