1882 yılında Berlin’de doğmuş, aslen Yahudi, ama o kendisini tam bir “Alman” hissediyor. İlk gençliği Almanya’nın güçlü bir imparatorluk olarak tarih sahnesine yeniden çıktığı bir döneme rastlıyor. Coşkulu ve heyecanlı bir yaradılışı var ve bu ruh hali, dönemin ve tarihin ruhuna uygundur. Zira tarih, hiç umulmadık bir şekilde gerilmeye ve hızlanmaya başlamıştır, 20. asra Avrupa bu iklimde giriyor.

1914 Savaşı başladığında sağlığı elverişli olan herkes silah altına alınıyordu, Ernst Lissauer hariç! Zira çok kısa boylu idi ve askere alınma talebi reddedilip geri gönderildi. Ama onun gibi coşkulu ve heyecanlı bir yürek elbette böyle bir dönemde sessiz sedasız oturamazdı, nihayetinde o bir şairdi ve bu yolla savaşa dahil olabilirdi. Ve oturdu, sadece on dört dizeden ibaret o pek coşkulu şiirini yazdı; “İNGİLTERE’YE NEFRET TÜRKÜSÜ”.  Şiir inanılmaz bir hızla yaygınlaştı. Çok geçmeden bütün Almanya asker, sivil, yaşlı, genç, çocuk, büyük… istisnasız herkes bu şiiri ezberlemişti bile. Hatta sadece Almanlar değil, Avrupa genelinde bile tanınan ve ezberlenen bir şiir çıkmıştı ortaya, hem de üç beş ay içinde.

O günlerde hiç kuşkusuz dünyanın en mutlu insanı şair Ernst Lissauer’di. Nasıl mutlu olmasın ki, ülkesine hizmet ediyordu, savaş ortamında halkına ve ülkesinin askerlerine moral veriyordu, hatta bu güzel şiir için bizzat Alman İmparatoru bile kendisine teşekkür etmiş ve onu bizzat sarayında ağırlayarak onure etmişti. Dahası Avrupa’da adını duymayan ve şiirini ezberlemeyen kimse kalmamıştı, bir insan ve bir şair mutlu olmak için daha ne ister ki?!

Ama savaş bitip her şey normale dönünce, diplomasi devreye girince ve ticari hayat kendini göstermeye başlayınca, bizim coşkulu şairimizin de şansı ters dönmeye başladı! Tuhaf bir şekilde herkes ondan uzaklaşıyordu. Daha birkaç yıl önce onu göklere çıkartanlar, birden bire sırt dönmeye başlamışlardı. Almanya’da kimse onunla konuşmak istemiyordu, çünkü o “nefret” şiiri yazmıştı! Kimse onun adını duymak, yüzünü görmek ve şiirini hatırlamak istemiyordu. Bu coşkulu şair, bir anda Avrupa’nın en nefret edilen adamı haline gelmişti, sanki savaşı o başlatmıştı, sanki milyonlarca insanın ölümüne o ve onun sadece on dört dizeden ibaret şiiri sebep olmuştu!

Eenst Lissauer’in çilesi bununla da bitmedi, Hitler döneminde sürgüne gönderildi, yanlış hatırlamıyorsam Türkiye’de bir süre sürgün hayatı yaşadı, sonra Viyana’ya geri döndü ve 1937 yılında, hiç kimsenin hatırlamak istemediği “lanetli” bir adam olarak hayata veda etti.  

Bazı dönemler olur ki ülkeler ve toplumlar, pek çok nedenden dolayı, cinnet geçirebilir! Örneğin 20. yüzyılın başında ve ortalarında Avrupa’da olduğu gibi... Bazı dönemler olur ki birden bire aynı ülkede yaşayan insanlar birbirini boğazlamaya, öldürmeye başlayabilirler, örneğin 20. yüzyılın sonlarında Yugoslavya’da ve 21. yüzyılın başlarında Suriye’de olduğu gibi. Böylesi kaotik dönemler her an her ülkenin başına gelebilir ve her zaman Aliya İzzetbegoviç gibi yiğit bir adam tarih sahnesine çıkmayabilir. Bakın işte, Suriye’de çıkmıyor mesela.

İşte bu durumlara düşmemek yahut düşülse bile, en az hasarla bu cinnetten kurtulabilmek için, “Nefretin Türküsünü” değil, barışın ve kardeşliğin türküsünü söyleyen insanlara ihtiyaç duyulur. Ve hiç kuşku yok ki tarih, nefretin değil, barışın, sevginin ve kardeşliğin türküsünü söyleyenlerin eseridir.