Çocukluğumdan beri siyasal olayları, süreçleri, bağlantıları, haberleri vs. izlerim. Hatta diyebilirim ki bütün ömrüm bu işlere kafa yormakla geçti. Evet, siyasi yaşamımda başarılı olamamış olabilirim, el hak doğrudur, ama bu demek değil ki siyaset, siyaset sosyolojisi, toplum psikolojisi gibi kavramlara ve bu kavramların sahadaki hareketlerine, yansımalarına dair kelam etmeyelim. Zira ahir ömrüm bu kavramlara kafa yormakla geçti, biz bu saçları değirmende ağartmadık, falan filan yani.

            İmdiii, değil mi ki iddialı bir başlık seçtik bugünkü yazıya, o halde başlayalım lakırdıya. Efendim, girdiğiniz her seçimi kaybetmek mi istiyorsunuz, o halde yapmanız gereken tek şey var; toplumun kahir ekseriyetinin inancına, hassasiyetlerine, yönelimlerine aykırı duran bir lider bulacaksınız. Tarih felsefesi erbabının meşhur bir sloganı vardır; “tebaanın dini, padişahın da dinidir” derler. Ve bu önermeyi somutlaştırmak için de, genellikle İran’da ve Orta Asya’da hüküm süren Selçuklu-Türk Sultanlarını örnek gösterirler. Rivayet odur ki Büyük Selçuklu İmparatorluğu’na sultanlık eden hiçbir padişah kalben Müslüman değildir, eski ata dinlerine yatkındırlar. Ama hüküm sürdükleri topraklarda halkların kahir ekseriyeti Müslüman olduğu için, Sultanlar da –mecburen- “Müslüman” olmuşlardır ve/veya öyle görünmüşlerdir. Yoksa yönetemezler ve sultanlık edemezlerdi.  Ben demiyorum ha, tarih ve tarihçiler diyor, ben onların yalancısıyım.

Yukarıda formüle ettiğim ve somut bir örnekle açıklamaya çalıştığım hususu, günümüz Türkiye’sine de pekâlâ uyarlayabilirim. Efendim, ülkemizin %70’i ve hatta bazı istatistiklere göre %80’i, etnik olarak Türk ve Sünni inanç sistemine bağlı. Ve yine biliyoruz ki, bu topraklarda dini ve milli kimlik, her şeyin üstündedir, aklınıza gelen her şeyin! Peki bu çerçevesini çizdiğim sosyolojik realite karşısında sürekli seçim kaybetmek için yapmanız gereken şey nedir? Çok basit, siyasi partinizin başına Türk ve Sünni olmayan bir aktör getirirsiniz ve doğal olarak, girdiğiniz her seçimi kaybedersiniz, hepsi bu kadar. 

Ama elbette seçim kaybetmek için başka noktalarda da yetenekli olmak gerekir, en güzel seçim kaybetme yöntemi kibrin ve gururun pençesine düşmektir. Bu iki duygu pek etkili bir zehirdir ve girdiği her bünyeyi yiyip bitirmeden zinhar çıkmaz. Meselâ bir seçim bölgesinde adaysınız ve önünüzde bir seçim var, millet oy kullanacak. “Benden daha iyisini mi bulacaklar”, “sahada rakibim de yok”, “anketler de çok net beni işaret ediyor”, “zaten bu seçim bölgesi bizden, başkasına oy vermezler” şeklinde düşünmeye başlarsanız, çok fena yanar ve yanılırsınız, tarihte bunun örnekleri de epey çok. 

İsterseniz pek uzağa gitmeyelim, Antalya’dan bir örnek verelim, 2014 seçimlerine gidelim. CHP’nin Büyükşehir Adayı Mustafa Akaydın’dır ve rakibi Ak Partili Menderes Türel’dir. Seçimden üç ay evvel 17/25 Aralık operasyonu tertip edilmiş ve bu sayede CHP’nin ve dolayısıyla Mustafa Akaydın’ın önü sonsuz bir şekilde açılmıştır. Bütün anketler en az %10 farkla seçimi kazanacağını söylemektedir! Akaydın seçimi kazanacağından o denli emindir ki, kimsenin aklına, fikrine, önerisine, yani aslında hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Parti içindeki en güçlü rakibi Süleyman Evcilmen’i bile, üstelik onurunu kırarak, paketleyip göndermiştir, çünkü seçim garantidir!

Netice mi? 30 Mart 2014 akşamı herkes haticeyi de, neticeyi de gördü! Demek ki neymiş, kaybedilmeyecek hiçbir seçim yokmuş! Ve bu önermenin tam aksi de doğrudur; kazanılmayacak hiçbir seçim yoktur. Onu da sonraki bir yazımızda ele alalım, kalın sağlıcakla.