Geçtiğimiz cumartesi günü “1 Mayıs ve yasaklar” başlığıyla bir yazı kaleme aldım.
Taksim Meydanı’nın işçiler için çok önemli olduğunu vurguladım ve kapatılmaması gerektiğini ifade ettim.
Zira yasakların olayları daha çok körüklediği biliniyor. Yasaklanmadan kutlanan 1 Mayıs ve Nevruz Bayramları’nın ise olaysız geçtiği herkesçe malum. Bunun en güzel örneği de 2012 yılında Taksim Meydanı’nda kutlanan bayramdı. O tarihte hiçbir tatsız olay yaşanmamış, bayram da bayram tadında kutlanmıştı.
Ancak İstanbul Valiliği demokraside geri vites yaparak bir yıl önce serbest bıraktığı Taksim’e bu kez yasak getirdi.
Haliyle işçiler buna itiraz etti, karşılıklı restleşmeler oldu. Sonunda olan oldu ve olaylar çıktı. Gaz bombası, tazyikli su, cop, molotof ve taşlar havada uçuştu. Birçok işçi yaralandı. Polis gaz bombası ve şiddete başvurdu. Göstericiler de boş durmadı. Eline geçirdiklerini polise fırlattı. Tüm bunların neticesinde bayram işçilere zehir oldu.
Dün yaşananlar demokrasiyi savunan bir ülkeye yakışmadı.
“İleri demokrasi” söylemiyle uyuşmadı.
İnsan haklarıyla yakından uzaktan ilgisi de yok.
Barış ve kardeşlikten uzaktı.
Bu arada, “İstihbarat aldık, marjinal gruplar olay çıkaracak” diyerek getirilen yasaklar inandırıcı olmadı. “Kazı çalışmaları nedeniyle bölge tehlikeli” söylemi ise komediden öte bir şey değil. Yaralanmaların ve ölümlerin önüne geçmek için getirilen sözüm ona çözüm, şiddet doğurdu, çatışmalı ortam yarattı. Hal böyle olunca daha çok yaralanma oldu, daha çok kişi zarar gördü. İnsan ister istemez düşünüyor. Vatandaşı kazı bölgesine “düşmemek” için koruyanlar neden polisin sert tutumundan korumadı. Taksim kapatılmasıydı bu kadar yaralanma olur muydu?
Özetle, İstanbul’da yaşanan olayların tek bir suçlusu var; o da yasakçı zihniyettir.