1991 yılında Antalya’ya taşındım.
İlk etapta kente alışmasam da kısa bir süre sonra burayı evim olarak belledim.
Burada iş sahibi oldum.
Evlendim.
İki çocuğum da burada doğdu.
Antalyalı olduğumu kanıtlarcasına buradan bir de ev satın aldım.
Tam tamına 20 yıldır bu kenttin havasını soluyor, suyunu içiyorum. Bana maddi ve manevi olarak bu kadar güç veren bir kente ben de elimden geldiğince hizmet etmek istiyorum. Bu hizmeti verdiğimi düşünüyorum. 16 yıldır siz kent sakinlerine haberlerimle hizmet etmeye çalışıyorum. Elbette bir tek haber yapmıyorum. Taşına, toprağına sahip çıkıyorum. Antalya’nın en büyük değeri olan Antalyaspor’a gönül verdim, vermeye devam ediyorum. Tuttuğum tek takım Antalyaspor’dur.
Turizmin başkenti Antalya’dır. İş sahası hayli geniş. Dolayısıyla her kentten buraya göç var. Ancak buraya gelen vatandaşlar nedense Antalya’yı memleketi olarak görmüyor. Görmediği için de değerlerini sahiplenmiyor. Bu çok acı bir tablo. İşte bu nedenle böyle bir yazı kaleme alma gereği hissettim.
Yukarıda da dile getirdiğim gibi bu memlekette karnımız doyuyor. İşimiz gücümüz var. Çocuğumuzun kursağından geçen her lokma Antalya’nın sayesinde gerçekleşiyor. O halde buraya da en az memleketimiz kadar değer vermeliyiz. Olması gereken de bu değil mi?
Bu yazıyı okuyan herkesin bu memleketten ne aldığını ve karşılığında ne verdiğini düşünmesini istiyorum. Düşündükten sonra vicdanı nasıl davranmasını istiyorsa öyle davransın.

Ülken arkasına bakmadan gitmeli
CHP’deki bulanık su yavaş yavaş berraklaşmaya başlıyor.
7’si asil, 4’ü yedek olmak üzere 11 yönetim kurulu üyenin istifasıyla tüzük gereği il başkanı Özer Ülken ve yönetiminin düştüğü kesinleşti. Geçen cumartesi günü Genel Merkez’den Ülken’in düştüğüne dair yazı il başkanlığına fakslamıştı. Önceki gün de resmi yazı ulaştı. Bu durumda Ülken, birkaç gün içinde eşyalarını toplayacak.
Ancak dün bazı gazetelerde Ülken ile genel kurula kadar devam edilebileceği yazılıp çizildi. Böyle bir ihtimal olduğunu şahsen düşünmüyorum. Yok eğer böyle bir ihtimal varsa ise işte bu çok yanlış olur.
Tüm bu huzursuzluk Ülken yüzünden çıkmıyor mu? Ülken parti içinde ikilik yaratmadı mı? Basın ile partisi arasındaki huzursuzluğun başlıca sorumlusu değil mi? Böyle bir gerçek varken Ülken’in genel kurula kadar başkanlık koltuğunda bırakılma düşüncesi son derece yanlıştır. Partilileri başta olmak üzere herkesin tepkisini çeken Ülken’e yakışan arkasına bakmadan gitmektir. Yoksa yanılıyor muyum?