Nasrettin Hoca komşusundan borç para almış. Zamanı gelince ödeyecek. Ödeyememiş, alacaklı kadıya başvurmuş. Hoca’nın evine haciz memurları gelmiş, evde ne var, ne yok başlamışlar yazmaya. Kap-kacak, yorgan-döşek, ne varsa. “Başka bir şeyin var mı?” diye sormuşlar Hoca’ya. Hoca cevaplamış; “Tamam, bu fakirin neyi varsa ortada, hepsini yazdınız.” Tam o sırada ahırdan merkep anırmaz mı? Hacizciler; “Hoca, hani bu anıranı yazdırmadınız ya?” diye çıkışınca, Hoca ahıra doğru boynunu uzatmış; “Zırla eşek, senin adın da devlet defterine geçti!”

Burs kesildi ve anladım!

Bu fıkradan hemen sonra şu soruyu sordum kendi kendime; “Oğlum Eşref Ural, peki sen ne vakit geçtin devlet defterine?” Hafızamı yokladım ve 1987’nin sonbaharına, fakülte yıllarıma döndüm. (O yıllarda çocuktum, bin yıldır devlet defterinde adımın olduğunu bilmiyordum). Fakültede solcu talebelerin kurduğu bir öğrenci derneği olduğunu öğrendim ve üyelik kaydımı yaptırmak için derneğin bulunduğu adrese gittim. Orada üst sınıflardan olduğunu bildiğim Elbistanlı bir ağabey oturuyordu, tanıştık ve derneğe üye oldum. Şimdilerde nasıldır bilmiyorum, ama o günlerde dernek üyelik formlarının bir sureti bir ay içinde Emniyet Müdürlüğü’ne teslim ediliyordu. Ve benim “fakir öğrenci” kontenjanından aldığım kaymakamlık bursu, tam bir ay sonra kesildi! O gün adımın “devlet defterine” yazıldığını resmen anladım!  

Mahpus damları       

        Gayrı “devlet defterine” yazılmıştım, yani hep “olağan şüpheli” durumundaydım ve sürekli gözetim altındaydım. Ve tam bir yıl sonra, 1988’in sonbaharında, nihayet karakol ve mahpushane ile tanıştım. Eskişehir mezarlığında yatan bir arkadaşımızı mezarlıkta ziyaret ettik diye önce gözaltına alındık, güzel ve temiz bir dayaktan geçirildik ve cezaevine postalandık. Bir aydan fazla bir süre “mahpus damında” yattım. Aslında daha uzun kalırdık amma, çok şükür ki aramızda “devlet defterinde” olmaması gereken, olamayacak olan arkadaşlarımız da vardı, onların sayesinde “damdaki” misafirliğimiz kısa sürdü, salıverildik.

Devlet Baba’yı tanıdıkça

Saldılar da ne oldu? Devlet defterinden adımızı mı sildiler? Elbette hayır. Açıkçası giderek bu duruma alışmaya başlamıştım, defterdeki sayfama her geçen gün “kırmızı kalemle” yeni notlar yazılıyordu, daha çok takip ediliyordum ve devletin ilgisine daha fazla mazhar oluyordum! Yıllar içinde elbette çok düştüm kalktım, indim çıktım, genç yaşlarda defterine girmeyi başardığım devleti daha yakından tanıma fırsatı buldum. Evet, yanılmamıştım, hiç sıcak değildi insanlara karşı, hatta çok soğuktu, espri algılama yeteneği sıfırdı meselâ, estetik algısı hiç yoktu. “Devlet Baba’yı” tanıdıkça, beni niye defterine yazdığını daha net anlıyordum.

 En iyisi uzak durmak

Evet, ömrüm boyunca hiçbir zaman anarşizmin o şımarık ve toptan reddiyeci diline esir olmadım, her daim “adil” bir devlete ihtiyacımız olduğuna inandım ve bu uğurda verilen kavganın içinde oldum, olmaya gayret ettim. Topluma hizmet etmeyi tek görev kabul eden bir kamu idaresinin her daim gerekli olduğuna inandım ve hâlâ da bu görüşteyim. Amma ve lâkin, yine de, adına “devlet” denilen bu esrarengiz ve tanımsız yapıya hep mesafeli durdum, bulaşmamaya gayret ettim. Öyle ya, 17 yaşında bir çocuğu asan devletin 46 yaşında bir adama ne zaman ne yapacağı belli mi olur?