Her halde buna yalnızca “şiirin gücü” ya da “Nazım’ın gücü” diyebiliriz; tarihimizde yaşanan bir olayı, mahpushanede yatan bir şairden öğreniyoruz! Bu dramatik şiir/destandan da öğrendiğimiz, hakça bölüşüm amaçlı bir köylü isyanı ile karşı karşıya olduğumuz ve bu isyana da, Şeyh Bedrettin’in önderlik ettiğidir. Bir de, Nazım Hikmet Destanından anlıyoruz ki, Bedrettin asıldığı gün Serez Çarşısı’na yağmur yağıyordu ve Çarşı, utancından elleriyle yüzünü kapatmış bulunuyordu, bütün bildiğimiz budur.

 

Peki gerçekte Şeyh Bedrettin bu mudur? Kuşkusuz döneminin derin bir hukuk adamı olduğunu biliyoruz. Osmanlı Sultanı Musa’nın Kadıaskerliğini yapıyordu ve Kadıasker, Osmanlı Hukukunda, en yüksek makamdaki hukuk adamı anlamına geliyordu. Ancak, Nazım’ın kıt tarih bilgisiyle anlattığı Şeyh Bedrettin, hukukçu Şeyh Bedrettin değildir. Nazım Hikmet destanında, kabaca, “köylü sosyalizmi” ya da “ilkel sosyalizm” arayışı olarak sunulan bir halk ayaklanması olduğu ve bu ayaklanmaya da, Şeyh Bedrettin’in “yarin yanağından gayrı her şeyde ortaklık” sloganının eşlik ettiği söyleniyor. 

 

Hiçbir kaynakta ve kendisine ait olduğu söylenen hiçbir eserinde, Alevi/Bektaşi inancına sahip olduğuna, hatta bu inanç formuna yakınlık duyduğuna dair bir bilgiye ya da izlenime ulaşamıyoruz. Şafi/İslam geleneğinden gelmesine karşın,  Hanefi/İslam hukukunu benimsemiş bir din ve fıkıh alimidir. Ama ne kadar ilginç ki, Şeyh Bedrettin’i efsaneleştiren, sahiplenen, ona çok yüksek değer biçen kesimler, Alevi/Bektaşi inancına sahip çevreler oluyor.

 

Peki ama, Şeyh Bedrettin gerçekte ne istiyordu, Nazım Hikmet’in ima ettiği gibi yeni ve hakça, ortakça bir düzen inşa etme hayaliyle yanıp kavrulan bir ihtilalci miydi? Hakkında o kadar çok “hurafe” var ki, hangisinden başlayacağıma karar veremiyorum. Şeyh Bedrettin hakkında yazılanların pek çoğunun dayanağı, torunu Hafız Halil’in, dedesi için yazdığı “Munakıbname” adlı eseri. Bir torunun dedesi için yazdığı bir kitabın nesnelliğine ve gerçekliğine ne kadar güvenebiliriz?

 

Ve en çok bilinen eseri “Varidat” a gelince; Varidat’ı kendisinin yazmadığını, Şeyh Bedrettin’in ölümünden yıllar sonra, onun derslerini izleyen talebelerin tuttukları notlardan ve hafızalarında kalan “bilgilerden” derlenmiş bir eser olduğunu kesinlik derecesinde biliyoruz. O halde, elimizde, bizzat kendisinin oturup yazdığı birkaç fıkıh kitabından başka bir ürün kalmıyor. Ve fakat, fıkıh alanınca yazdığı bu eserler gerçekten çok değerlidir ve kendisini asan din alimleri bile, bu gerçeği itiraf etmektedirler. Şu halde çok ciddi, döneminde çok saygın, çok bilgili bir İslam Hukukçusu ile karşı karşıya olduğumuz kesindir.

 

Ama ille de Şeyh Bedrettin’in ipte asılı bedeninden bir “ihtilalci” yaratmak ısrarımızı sürdüreceksek, mahsuru yok, devam edelim. Ama bilim ve tarih, bizim duymak istediğimizin dışında sesler fısıldıyor, bu fısıltıya da külliyen kulaklarımızı tıkamayalım.