Belki de tekeller çağında Batı’dan umudu kestiğimizdendir, Amin Maalouf, sanki umudunuzu yitirmeyin der gibi yazıyor. Gerçekten de, Semerkant, Afrikalı Leo, Doğu’nun Limanları, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, Yüzüncü Ad ve diğer kitaplarıyla tanıdığımız Lübnan kökenli bu Fransız yazın adamı, ürünleriyle, Batı’ya olan önyargımızı, belli ölçüde yumuşatıyor. Ayrıca, her ne kadar Fransa’da yaşıyor olsa da, ruhunun ve kalbinin hala Doğu’lu olduğu, eserlerinde çok açık görülüyor. 

            “Uzaktan Aşk”, Amin Maalouf’un yazdığı bir libretto. Eserde Jaufre, bir orta çağ prensidir. Ayrıca duygulu şiirler yazmakta ve besteler yapmaktadır. Bir gün, yine her zamanki gibi bir aşk şiiri üzerinde çalışırken, uzak denizlerden gelen bir gezgin, -ki aynı zamanda en yakın dostudur- “ben, senin şiirlerindeki gibi bir kadın tanıyorum” deyiverir. Düşlerin ve tutkuların en uç sınırlarında gezinen romantik bir insanı hayallerine yaklaştırırsanız, o insanı perişan edersiniz. Ve Jaufre, beklenildiği gibi, perişan oluyor. Artık o dakikadan sonra her şey, herkes, tüm nesneler, denizlerin ötesinde yaşayan masal perisinin yörüngesinde dönmeye başlamıştır.

                  “Bana ne yaptın gezgin?

                   Suyundan hiç içmeyeceğim pınarı gösterdin

                   Hiçbir zaman benim olmayacak, biliyorum

                   O uzaktaki kadın, ama ben onunum artık sonsuza dek

                   Ve bir başkası daha olmayacak yaşamımda

                   Gezgin ne yaptın bana?

                   O uzak pınarın tadını duyurdun

                   Ama ben hiçbir zaman, hiçbir zaman

                   Susuzluğumu gideremeyeceğim o pınardan”

 

            Gezgin bu, durur mu, aynı depremi uzaktaki sevgiliye de taşır. Trablus’un soylu ailelerinden birinin kızı olan Clemence’e, kendisine çok uzaklarda aşık olan, tüm şiirlerini, tüm şarkılarını kendisine yazan bir genç prens olduğunu söyler. Tahmin ettiğiniz gibi, genç kızı da paramparça eder.

 

           Gezginin bir cümlesi, iki soylu genci tarümar etmeye yetebiliyor. Peki Şems’in Mevlânâ’ya ettiği “zulüm” az mıdır? Elli yaşını geçmiş, yetişkin oğulları olan saygın bir imamı, Tebriz’li bir gezgin, ilk görüşte dağıtıp geçiyor.

 

Bir Cuma vaktidir. Mevlana, Konya’nın en saygın din alimi ve kuşkusuz en değerli imamıdır. Şems, tam da cemaatin camide toplanmaya başladığı bir anda, Mevlana’yı çağırır ve; “bana şarap getir” der. Mevlana, birden irkilir, ama yine de; “namazdan sonra getirsem olmaz mı, şimdi cemaate mahcup olurum” diye yanıtlar. Fakat Şems-i Tebrizi, bu cevapla hiç ilgilenmemektedir. Ve yarım saat sonra, elinde bir şarap testisiyle Mevlana, caminin önünde geçip gider. İşte Konya halkı, çok değer verdikleri imamlarını şu “Tebriz’li şeytanın”  yoldan çıkardığına, o gün, kesin olarak hükmederler. 

Mevlana içeri girer ve şarap testisini Şems’e uzatır. Şems, bir yandan şarap testisini toprağa boşaltırken, diğer yandan da, “işte şimdi kendin oldun!” der. Artık Şems’ten önceki Mevlânâ ile Şems’ten sonraki Mevlânâ, iki ayrı âlemdir ve bize miras kalan, kuşkusuz ikincisidir. Bu ikinci Mevlâna, gayrı “Huzursuz Mevlânâ’dır” ve o derin dizeler bu “huzursuz yürekten” dökülmektedir.

Kalbinizde sevgi ve ruhunuzda huzursuzluk eksilmesin, merhaba!