Benim doğduğum kasabada bölgenin en büyük pazarı kurulurdu. “Çavdır Pazarı” hâlâ bu anlamda ününü koruyor. Acıpayam’dan, Denizli’den, Korkuteli’nden ve civar şehirlerden onlarca meyve sebze yüklü kamyon, bir gün önceden gelir ve pazar yerini işgal ederdi.  

Ve benim de en çok sevdiğim gün başlamış olurdu. En eski pantolonumu ve ayakkabımı giyer ve koşarak pazarın yolunu tutardım. Vardığımda kasası ağzına kadar karpuz dolu kamyonlar beni bekliyor olurdu. Hemen yaklaşırdım birisinin yanına; “İndirelim mi ağabey?” Aldığım cevap her daim “evet” olurdu.  Maymun gibi kamyonun kasasına tırmanır, o cılız kollarımla koca koca karpuzları kaldırır, aşağıya, mal sahibinin üzerine doğru fırlatırdım. En fazla üç saat içinde koskoca karpuz kamyonu boşalmış olurdu. 

İş bitince usulca alnımın terini gömleğimin koluna siler, kamyonun gölgesine çekilirdim. Biraz sonra karpuzcu gelir ve her seferinde aramızda şu diyalog geçerdi:

Eee sarı oğlan, kaç para verelim sana?

Gazete yok mu ağabey?

Ne yapacaksın oğlum gazeteyi?

Hiiiç, okurum da...

Eski mi yeni mi?

Fark etmez, hangisi olursa…

Pazarcı kamyona girer, altı aylık, bir yıllık, bir haftalık, ne kadar gazete varsa toplar gelirdi. Ve ben,  gömü bulmuş bir madenci edasıyla, kollarımın ortasında koca bir gazete tomarı, har soluk evin yolunu tutardım. Artık pazarcılar da öğrenmişti benim bu hastalığımı, beni ne vakit görseler, adımla değil, “gazeteci” diye çağırıyorlardı! J 

Ortaokul ve lise çağlarımda da hiç boş durmadım, inşaatlarda çimento ve tuğla indirdim, kepek çuvalları taşıdım, kahvehanelerde ve lokantalarda garsonluk yaptım. Çünkü “kitaptan” müteşekkil bir dünya keşfetmiştim bu “yeni dünyanın”  merkezine ulaşmak için daha fazla kitap satın almam gerekiyordu; bu da doğal olarak benim için “daha fazla amelelik” demekti!  Arkadaşlarım dalga geçiyor ve annem çok kızıyordu; ama ben yine de kazandığım bütün parayı kitaplara yatırmaya devam ediyordum. 

Demek ki çekecek çilemiz varmış, fakülteye gitmek nasip oldu. Vardım oralara, okudum, yazdım, boyumdan büyük işlere karıştım, boyumdan büyük laflar ettim, “karşıt görüşlü (?!)” köylü çocuklarıyla kavga ettim, tutuklandım, işkence gördüm…  15 gün hücre, 45 gün hapis yattım, henüz yirmi yaşıma girmemiştim, ama savcı beyler iki ayrı davada 20’şer yıl hapsimi istediler! Hücrede kaldığıma değil, zift gibi karanlıkta kitap okuyamadığıma üzüldüm en çok. (O zamanlar böyle değildi polis sorguları, seni isterlerse kaybederler ve ailene dahi hesap vermezlerdi, lanetli 90’lı yıllardan söz ediyorum). 

Sonra bu güzel Akdeniz şehrine düştü yolum.  Yatıp kalkacak yerim yoktu, karnım açtı, cüzdanım boştu ve çantamda yalnızca kitaplarım ve giysilerim vardı. Günlerce Eski Otogar’ın bekleme salonlarında sabahladım. Artık büyümüştüm, karpuz kamyonlarının tepesine çıkamazdım, utanırdım, çaresiz bir muhasebe bürosuna sığındım. Artık Otogar’dan kurtulmuştum, çalıştığım ofisin sandalyeleri çooook rahattı! 

Sonra yıllar geçti ve bu güzel şehir bana “hak ettiğimin” çok daha fazlasını ve çok erken verdi.  Rüyamda görsem inanmayacağım şatafatlı mekanlara destursuz girip çıktım, devleti tanıdım, milleti tanıdım, gazetelerde, televizyonlarda gördüğüm insanların elini sıktım, çayını içtim, oralarda da destursuz lakırdı ettim. (Az kalsın mebus bile oluyordum, bereket son dakikada önseçim yapmaktan vazgeçtiler de öyle kurtuldum!)

Ama yine de,  bir kütüphanenin önünde dikilirken duyduğum huzuru hiçbir yerde ve hiçbir zaman duymadım! Kitaplarda bulduğum samimiyeti hiçbir insanda görmedim. Ömrü-hayatımda sadece iki kere bir kitaba dokunmadan yatağa girdim; babam öldüğü günün gecesi ve gerdek gecesi!