Ülkemizde şehirler hızla büyüyor, ama büyüme ‘sağlıklı’ ve sürdürülebilir değil…
Kentleşme adı altında yürütülen politikalar, ne yazık ki şehirleri insan yaşamına değil, rant ve sermayeye hizmet eden beton yığınlarına dönüştürdü. Bu süreç, sadece şehir estetiğini bozmakla kalmıyor, toplumsal yapıyı, çevreyi ve yaşam kalitesini de derinden etkiliyor.
Büyükşehir belediyeleri, genellikle sosyal hizmetten çok rant projelerine odaklanıyor. Rezidanslar, AVM’ler, imara açılmış yeşil alanlar, belediye bütçelerinin en büyük kalemlerini oluşturuyor. Kentin asli sahipleri, yani vatandaş ise planlamada söz sahibi olamıyor.
Şehirler, yaşayanların değil, müteahhitlerin ve rant çevrelerinin çıkarına göre şekilleniyor…
Haliyle doğa tahrip ediliyor. Ormanlar, su havzaları, tarım alanları betonlaşma uğruna yok ediliyor. Şehirler nefes alamaz hale geliyor, hava kirliliği, sel ve toprak erozyonu gibi felaketler doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Şehir planlamasındaki eksiklikler ve aceleci büyüme politikaları, yaşam kalitesini ciddi şekilde düşürüyor.
Siyasi ve bürokratik sistem de bu süreçte sorumluluk almaktan uzak. İktidar, kentleri oy deposu olarak görüyor, muhalefet ise ‘iç çatışmalar’dan fırsat bulup rant ağlarına karşı yeterince etkili bir duruş sergilemiyor. Bu da halkın haklarını, sağlıklı yaşam alanlarını ve kamusal kaynaklarını tehlikeye atıyor.
Asıl bedeli kim ödüyor?
Şehir sakinleri, özellikle düşük gelirli kesimler.
Yoğun betonlaşma, trafik sorunları, yeşil alan eksikliği, sosyal ve kültürel hayatın daralması vs, herkesin yaşamını olumsuz etkiliyor. Kent, sadece bir yerleşim alanı olmaktan çıkıp, stres, sağlık sorunları ve toplumsal gerilimin kaynağı haline geliyor.
Kentleşme sadece binaların yükselmesiyle değil, aynı zamanda insan ilişkilerinin, kültürün ve yaşam biçimlerinin dönüşmesiyle de ilgilidir. Ancak Türkiye’de bu dönüşüm, plansız ve kimliksiz bir şekilde ilerliyor. Her şehir birbirine benziyor; tarihi dokular yok ediliyor, mahalle kültürü ortadan kalkıyor, insan ölçeğindeki yaşam alanları yerini devasa beton bloklara bırakıyor. Oysa kent dediğimiz şey, insanın nefes aldığı, çocukların oynayabildiği, yaşlıların dinlenebildiği, komşuluk ilişkilerinin sürdüğü bir yer…
Bugünkü tablo ise bu değerlerden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyor.
Kentlerin geleceği, sadece bugünün yöneticilerinin değil, gelecek kuşakların da sorumluluğu. Çözüm için acilen planlı ve sürdürülebilir kentleşme politikaları gerekiyor. Büyükşehirlerin yetkileri ve bütçeleri kontrol altına alınmalı, yeşil alanlar ve kamu hizmetleri öncelik olmalı, imar planları halkın ihtiyaçlarını gözeterek yapılmalı. Betonlaşma, sadece rant projeleri için değil, toplumun yaşamını iyileştirecek şekilde sınırlandırılmalı. Şehir planlaması kısa vadeli rant hesaplarıyla değil, uzun vadeli bir vizyonla yapılmalı. Ulaşım, çevre, konut, kültür ve sosyal yaşam bir bütün olarak ele alınmalı; her adımda insan odaklı, doğa dostu ve adil bir yaklaşım benimsenmeli. Gerçek kalkınma, gökdelenlerle değil, yaşam kalitesiyle ölçülür. Eğer bu anlayış yerleşmezse, kentlerimiz büyümeye devam etse bile, o büyümenin altında ezilen yine bizler olacağız.
Unutulmamalı ki, kentler sadece taş ve betondan ibaret değildir. İçinde yaşayan insanların sağlığı, huzuru ve güvenliği ile değerlidir. Türkiye, şehirlerini beton yığınına çevirmeye devam ederse, sadece bugününü değil, geleceğini de kaybedecek.