Devrimci ve sokak kavgasını pek seven arkadaşlarımızdan birisi soluk soluğa oturduğumuz talebe evinin camını yumrukluyordu ve panik içinde bağırıyordu; “faşistler saldırdı, hepimiz Vazo’nun önünde toplanıyoruz!” 

Saat gecenin onuydu, derhal toparlandık, mutfaktaki bütün bıçakları belimize soktuk, yollardan tahtalar, sopalar toplayarak har soluk şehrin ortasındaki Vazo’nun önüne geldik. Hayret! Cep telefonu olmayan bir çağda bu kadar insan ne zaman haberdar edilmişti ve burada toplanmıştı? Gerçekten çok ilginçti! Çok şükür şimdilik herhangi bir “şehit” vermemiştik, ama her an her şey olabilirdi, tetikte kalmalıydık. Sabaha dek Vazo’nun çevresinde siyasi şube polisleriyle “kesişerek” ve karşılıklı “diş gıcırdatarak” nöbet tuttuk.

Ve nihayet sabah olmuştu ve fakat öfkemiz geçmemişti! Faşistleri(!) Meslek Yüksek’in kantininde basmaya karar verdik. Atladık otobüslere, yarım saat sonra oradaydık. Sayımız kırk civarındaydı. Evet, yanılmamıştık, faşistlerin(!) ele başlarından on-on beş kişi kantinde oturuyorlardı. Birden ortalık ana baba gününe döndü. Çığlıklar, bağrışlar, çığrışlar…

Sonrasını anlatmama gerek yok, polis geldi, bizleri topladı, karakollara doldurdu, dayak attı, savcıya teslim etti, savcı bir kısmımızı ceza evine, bir kısmımızı da okulumuza gönderdi, falan filan… Ve ben yıllar sonra, aslında o kavgaların maddi temelinin hiç olmadığını, tamamen sanal gerekçelerle ve provakatif yönlendirmelerle bu tür olayların içine sürüklendiğimizi anladım.

Maddi temeli yoktu, çünkü sağ, Batı’daki tarihsel gelişimi açısından baktığımızda, burjuvazinin ideolojisidir. Oysa bizim “faşist” diye tanımlayıp düşman ilan ettiğimiz sağcı çocukların hepsi de, Konya’nın, Niğde’nin, Malatya’nın, Erzurum’un, Isparta’nın, Sivas’ın, Maraş’ın, Antep’in yoksul ailelerinin çocuklarıydılar. Yani bizim o çocuklarla düşman olmamızın hiçbir tarihsel, sınıfsal ve sosyal gerekçesi yoktu, ama oligarkların ve egemenlerin çıkarları açısından bu rolü oynamamız gerekiyordu, oynadık.

Üstelik bizden önceki ağabeylerimiz bu hataya düşmüşlerdi, bu nedenle pek çok acılar, trajediler yaşamışlardı 70’li yıllarda, onların yaşamlarından ve deneyimlerinden dersler çıkartabilirdik. Ama yapmadık, yapamadık. Bu topraklarda 90’lı yıllar böyle geçti. Yoksullar, emekçiler, işçiler, köylüler, yani bu ülkenin “asli unsurları” bu kavganın her defasında “asli kaybedenleri” olarak tarihin belleğine yazıldılar.

Demem o ki abiler, bu ülkeyi sağcı- solcu gibi batılı kavramlarla ve şemalarla  kategorize edemeyiz, bu şablon bu topraklara uymaz. Bizim ülkemizde sağın da solun da tabanı yoksullardır. Bu sosyolojik gerçeklik bile bu tür kategorik ayrışmaların ne denli temelsiz ve dayanaksız olduğunu göstermeye yeter. Bana göre bu ülke,  ille de kategorize edilecekse, sağ – sol şeklinde değil, Cemil Meriç üstadın önerdiği üzere;  “namuslular” ve “namussuzlar” diye tanımlanmalı. Kim namussuzsa, hangi safta yer tutmuş olursa olsun, namussuzdur, vesselam!