Silah atılmıyor /güvercin şakırtısıdır şafakta yaldızlanan / şadırvanda su /ıhlamurlarda ezan /görkemli bir namaz uğultusu /heyhat /Hamza bey cami-i şerif'inden kim kaldı / kim kaldı eski selanik'ten / aternalar sustu /sürahiler tenha /tek kibrit çakılmıyor /kim kaldı ittihat ve terakki'den /o jöntürkler ki  /`hariçten evrak-ı muzırra celbederlerdi' / o fedailer ki barut öksürürler /sakal tıraşları mavi /kırmızı bıyıkları biber …

Tarihin talihsiz çocukları
Bu dizeler Atilla İlhan’a ait. “Kim kaldı” şiirinden bir bölüm. O yiğit çocukları anlatıyor, muhteşem bir betimlemeyle. Hangi halkın tarihinde vardır ki bir nesil, onlar kadar ve bir asır boyunca her daim lanetlenmiş olsun?! Tarihin o berbat döneminde sahneye çıktılar, hepsi de cesur, yiğit ve tecrübesiz çocuklardı. Tarih çok büyük bir hızla üzerlerine çöküyordu ve bu nedenle, çok hızlı hareket etmek zorundaydılar. Kelimenin tam ve gerçek anlamıyla “ölüm-kalım” savaşının içinde buldular kendilerini. Ve doğal olarak, hak-hukuk gözetmeden, ayakta kalmanın ve hayatta kalmanın kavgasını verdiler. Ve hayatta kalmalarının tek yolu, devletin ve milletin ayakta kalmasıydı, “can havliyle” bunun kavgasına girdiler. 

Yenilenler lanetlenir, kuraldır
Eğer tarih baba hükmünü onlardan yana verseydi, o büyük can pazarından galip çıkabilselerdi, hiç kuşku yok ki, bütün caddelere isimleri verilecek, bütün meydanlara heykelleri dikilecek ve yaptıkları hatalar, suçlar, günahlar kayda geçmeyecekti. Ve fakat tarih hükmünü böyle verdi, hayatta kalmak ve ülkesini korumak için kahramanca savaşan bu yiğit çocuklar, çok açık ki, yenildiler. Ve artık bundan sonra ne hainlikleri kaldı, ne satılmışlıkları… Ne katillikleri kaldı, ne cellatlıkları… Ne masonlukları kaldı, ne Siyonistlikleri…  Ne acemilikleri kaldı, ne cahillikleri… Eh, tarih böyledir, her daim yenilenler lanetlenir ilk önce. Kuşkusuz acemiydiler, kuşkusuz tecrübesizdiler, kuşkusuz ki pek çok konuda, bilhassa siyaset alanında, pek cahildiler. Ve fakat yenilmelerinde ve yenilmemizde bunların hiç birisi baş sorumlu değildi. İbn-i Haldun nazariyesi gereği tarih ilerlemiş, hüküm vakti gelmişti. Marks’ın meşhur sözüdür, hep tekrarlıyorum, “tarihte bir şey olmuşsa, başka türlüsü olamadığı için olmuştur”. Evet, sonuç ortadaydı, başka türlüsü olamamıştı ve olan olmuştu.

Ağlayanı ve bekleyeni yok mu?
Ne vakit o nesil üzerine bir şiir, bir yazı, bir kitap okusam, sanki ilk kez okuyormuş gibi heyecanlanıp hayretler içinde kalıyorum. Bu insanlar hiç yorulmak bilmezler mi, teslim olmak bilmezler mi, ölümden korkmazlar mı, eşi, dostu, sevgilisi, ardından ağlayanı, yolunu bekleyeni yok mudur ki bir cepheden diğerine, bir dağdan ötekine yalın ayak, aç susuz, perli perişan koşup dururlar? Bu nasıl bir ruh halidir? Kime, neyi ispatlamaya çalışıyorlar? Hayretler içinde okuyorum ve hayretler içinde soruyorum. 20. Asrın başlarında çıkıyorlar sahneye, 908 tarihinde iniyorlar fiilen sahaya, hiç mola vermeden, durup dinlenmeden, 1918 sonbaharına kadar cephelerde savaşıyorlar. Tam on yıl. Ama yaşananlara baktığımız vakit, tam on asır!

Sanki yenilmemiş gibi…
Ama burada da kalmıyorlar, daha Cihan Harbi bitmeden, ateşkes görüşmeleri başlamadan, Anadolu’nun işgal edileceğini öngörerek, daha korunaklı olabilecek şehirleri silah deposuna çeviriyorlar. Ateşkes şartları gereği İngilizlere teslim edilmesi gereken silah ve cephaneyi Anadolu içlerine saklıyorlar, halka dağıtıyorlar. Ve daha ateşkesin mürekkebi kurumadan mücadeleye başlıyorlar, henüz 1918’in sonbaharında…  Bu gün artık biliyoruz ki, o günlerde İtttihat Terakki’nin ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın fedaileri bu cesur tavrı göstermeselerdi, belki de Kemal Paşa Milli Mücadele kararı almayacak, alamayacaktı.

Eşref Bey’in cevabı
Mıh gibi susarlar, uzun uzun susarlar, ağızlarının içinde hiç dilleri yokmuş gibi susarlardı. Eğer küfretmek zorunda kalmasalar, belki de hiç açmayacaklardı ağızlarını, öylesine susarlardı. Ve benim yiğit adaşım Kuşçubaşı Eşref Bey de, uzun uzun susanlardandı. Milli mücadele biter bitmez sürgüne gönderildi, otuz yıl sürgünde kaldı. Yurda döndüğünde de suskunluğunu hiç bozmadı, Salihli’de bir bağ evine sığındı ve ömrünün sonuna dek orada yaşadı. 1960’lara gelindiğinde, artık ölümün yakınlarda olduğunu seziyordu, uzun suskunluğunu bozdu ve Amerikalı bir gazetecinin röportaj talebini nihayet kabul etti. Gazeteci sohbetin bir yerinde sordu; “tamam, peki, büyük bir mücadele verdiniz, kabul, ama ne elde ettiniz?”. Cevabı şudur; “ bir neslin memleket için gerektiğinde gözünü kırpmadan ölebileceğini ispatladık”.