Her yıl aynı şey olur. Takvim Eylül’ü gösterdiğinde içimde tarifsiz bir duygu kıpırtısı başlar. Ne tam mutluluk, ne tam hüzün…

Belki de ikisinin yan yana durduğu tek ay Eylül’dür. Yazın bitişiyle içime çöken buruklukla, yeni başlangıçların heyecanını aynı anda yaşatır bana. Eylül biraz veda, biraz merhaba gibidir. Kimi zaman sahilde bırakılan ayak izleri kadar geçici, kimi zaman sararan yapraklar kadar kalıcıdır. Yazın bütün telaşını, gürültüsünü geride bırakır; dinginliğini, yavaşlayan zamanını, serin akşamlarını getirir. İnsan, Eylül’de daha çok düşünür. Kendi içine döner, eski defterleri açar, yeni planlara göz kırpar.

Benim için Eylül, çocukluğumun kokusu demektir. Okula dönüş heyecanı, defterlerin sayfalarında duyulan o taze kâğıt kokusu, ilk günün telaşı… Ama büyüdükçe fark ettim ki, Eylül sadece okula dönüş değil, hayata yeniden dönüşün de ayıymış. İnsan, yazın savrukluğundan çıkıp, kendini daha çok dinlemeye başlıyor bu ayda.

Eylül’ün en sevdiğim yanı ise hüznü…

Garip bir şekilde huzur veren bir hüzün bu.

Belki yaz aşklarının bittiğini hatırlatır, belki geride bırakılan günlerin geri gelmeyeceğini fısıldar kulağa. Ama bir yandan da “Her şey yeniden başlayabilir” der. Eylül’ün rüzgârı yüzüme çarptığında hissettiğim tam da budur: Bitmeyen bir döngünün içinde olduğumuz, her şeyin yeniden filizlenebileceği umudu. Sokak lambalarının altında sarı yaprakların dansını izlerken, şunu fark ediyorum: İnsan en çok Eylül’de yalnızlığını sever. Çünkü Eylül, yalnızlığı bile şiir gibi gösterir. Hüzünlüdür ama karanlık değildir. İçinde her zaman ince bir ışık, bir umut saklar.

Ve ben her yıl kendime şu sözü veririm:

“Eylül’de başladığın şeyi, hayatın boyunca taşı.”

Çünkü bu ayda atılan adımlar, insanın ruhuna daha çok işler. Belki de bu yüzden hayatımda en derin kararlarımı hep Eylül’de aldım.

Eylül bana göre sadece bir ay değil. Bir durak, bir nefes, bir hatırlayış…

Kalbime en çok yakışan mevsimin ilk adımı.