Yaş konusu, toplumun elinde hep bir ölçü aleti gibi…

Sorarlar: “Kaç yaşındasın?”

Eğer cevabın 30 ise, hemen bir hüküm yapıştırılır: “Artık geç kalmışsın, vakit daralıyor…”

Ama aynı insanlar, biri 30 yaşında hayata veda ettiğinde der ki: “Ayy, çok gençmiş ya…”

İşte tam da burada, çelişkinin tokadı yüzümüze iner.

Aynı yaş, hem “çok geç”tir, hem de “çok erken.”

Oysa hayat, başkalarının penceresinden baktığında eğrilip bükülen bir gölge oyununa dönüşür. Kimine göre eksiksin, kimine göre fazla; kimine göre acele etmişsin, kimine göre geç kalmışsın.

Böyle bakınca aslında hiçbir zaman “tam zamanında” olamıyoruz.

Belki de bu yüzden, en büyük özgürlük, hayatı onların ölçü birimlerine göre yaşamaktan vazgeçmektir. Çünkü en anlamlı hayat, dışarıdan en çok alkış alan değil; içinde en çok huzuru taşıyandır.

Hayat dediğimiz şey, birilerinin takvimine sığacak kadar basit değil.

Senin 30’un, başkasının 20’sinden daha dolu olabilir.

Senin 40’ın, başkasının 60’ından daha canlı olabilir.

Ve senin seçtiğin yol, “onaylanmasa” da belki de sana en yakışan yol olabilir.

Çünkü sonunda geriye dönüp baktığımızda, şu soruya verdiğimiz cevap dışında hiçbir şeyin önemi kalmayacak:

“Ben, kendi hayatımı yaşayabildim mi?”

İşte bu yüzden, yaşın kaç olduğuna değil; huzurun kaç olduğuna odaklanmak lazım.