Adı Hanım’dı, babamın anası. Gerekmedikçe konuşmayan, düşmanı için bile kötü söz söylemeyen, dünyada her insanın “iyi” olduğu felsefesini savunan, zayıf, kısa boylu, kumral, açık tenli ve elâ gözlü bir yaşlı kadın duruyor gözlerimin önünde. 
Kendisi de tam olarak bilmiyordu ama, sanırım 1900’lerin başında doğmuş olmalıydı, yani doğulmaması gereken zamanlarda! Öyle görünüyor ki ninem Cihan Harbi başladığında on beş yaşlarında genç bir köylü kızıydı. Ve “seferberlik” bitip İstiklal Harbi geride kaldığında delikanlılık çağlarına çoktan veda etmiş, ömrünün çeyrek yüzyılını yürümüş ve üç de çocuk doğurmuş bir genç kadındı. Cihan Harbi’nin başı ile İstiklâl Harbi’nin sonuna dek geçen süre on yıl tutar. Peki gerçekten on yıl mı, yoksa on asır mı? Ömrünün sonuna dek “seferberlik” anılarıyla büyüttüğüne göre bütün torunlarını, onun için o zaman aralığı demek ki on yılla sınırlı değildi. Ve onlar, kelimenin gerçek anlamıyla çocukluğunu hiç yaşamamış bahtsız bir kuşaktı!   
Bize masallar “ayırırdı.” “Masal ayırayım size” derdi yatmadan önce. Bir kez olsun “masal anlatayım” dediğini duymadım. Ve hiçbir yerde, hiçbir kitapta, hiçbir ağızda “masal ayırmak” diye bir deyimle karşılaşmadım. “Nine masal anlat” derdim yeşil gözlerimi fıldır fıldır döndürerek, “olur oğlum, ayırayım” derdi. Bir kez olsun “bu gün canım çekmiyor, hastayım, yorgunum, uykusuzum, yarın ayırırım” demezdi. Ama kızlardan gelen talepleri reddettiği zamanlar olurdu. Sebebini gerçekten bilmiyorum, ama kız torunlarını sevdiğine dair hiçbir emare görmedim!  
Biz banyo yapardık, o “suya girinirdi.” Modern kavramlara, yeni sözcüklere karşı militanca direnirdi, tam bana çekmiş! “Suya girindikten” sonra, oturur sıcak sobamızın karşısına,  bembeyaz saçlarını ince ince tarardı. Ve ben, kilitlenmiş gözlerle onu seyrederdim. Sanki seksen yaşında bir ihtiyar değil de, kısmetini bekleyen bir köylü kızı gibi özenle taranır, taranırdı. On beş yaşında olduğu duygusunu doyasıya yaşamak istercesine, uzun uzadıya saçlarını örerdi. İncecik ve sayısız örük, beyaz bir nehir olup, zayıf ve kırışmış boynundan uzanarak, omuzlarına dökülürdü. 
İlkbaharı ve yaz mevsimini ne çok severdi ninem. Karların erimeye yüz tuttuğunu görünce, tahliyesi gelmiş bir mahkum gibi gezinmeye başlardı ortalıkta pür-telâş. Çünkü ilkbahar ninemin bizim evdeki esaretinin sona erdiği mevsimdi. Okuldan eve har soluk geldiğimde, her zamanki yerinde, sobamızın arkasında, göremeyince, anama sorardım nerede olduğunu. “Köye gitti” diye yanıtlardı beni kısaca. Ninem gitmiş diye hiç üzülmezdim, hem niye üzülecektim ki, yüz yıldır bu dişleri dökük, yüzü elma çürüğü, elleri titrek kadın bizim evimizde değil miydi, demek ki yüz yıl daha bu hep böyle sürüp gidecekti. Kışa doğru bizim eve geri dönecek, yine bana artık dinlemekten bıkıp usandığım seferberlik anılarını anlatacak, yine masallar “ayıracak”, sanki beni ilgilendirirmiş gibi bu yaz kimin ne kadar ekin kaldırdığını rapor edecek, ilkbaharda yine köye çıkacak, sonbaharda yine geri gelecek ve bu hep böyle sonsuza dek sürüp gidecekti, şu halde niye üzülecektim ki!   
Ömründe hiç okul yüzü görmemiş o köylü kadını Abdülhamit’i gördü, Enver Paşa’yı, Mustafa Kemal’i, Menderes’i, Kenan Evren’i, Özal’ı gördü. Bunlarla da yetinmeyip, radyoyu, otomobili, uçağı, elektriği, telefonu, televizyonu gördü. Biraz daha sabredebilseydi, bilgisayarı ve cep telefonunu da görecekti. Galiba “bu kadar rezillik yeter” deyip, on yıllar önce ayrıldığı eşine ve kardeşlerine yeniden kavuşmak için kalktı soframızdan.  
Bu dünyaya veda edip öte dünyaya göçtüğünde doksan yaşından büyüktü. Ama bir kez olsun büyüdüğünü düşünmedi. Artık onu anlıyorum, çocukluğunu doya doya yaşayamayan “çocuklar”, hiçbir zaman büyüdüklerine inanamıyorlar. Ninem sanırım bu yüzden konduramıyordu ölümü kendisine, hâlâ çocuk olduğunu sanıyordu.