Güllük Caddesi şehir içi ulaşım güzergahımı teşkil eder. Hiç geçmezsem, sabah ve akşam üzeri olmak üzere günde en az 2 kez geçerim.
Daha doğrusu geçmek zorundayım.
Dün sabah saatleri.
PTT’de küçük bir işim var. İşim bittikten sonra , Güllük Caddesi’ne girmem lazım ki, güzergahımı takip edebileyim.
PTT’nin arka tarafındaki ara yoldayım ve tam karşımdan beyaz renkli küçük bir araba geliyor. Arabanın göğüs tabiri edilen önüne, abartmıyorum tam ortasına bir basın plakası konulmuş.
“Basın” ilaveten de, “Çekilin ben geliyor” demekten başka bir şey değil.
“Megalomanlığın da böylesi mi” desek, yoksa adına, “Görgüsüzlük” mü taksak?
O plakanın duracağı bir yer varsa o da, camın sol üst veya alt köşesi. Araba göğsünün orta göbeği değil.
Maddiyatta sonradan görmeler olur da, gazetecilikte olmaz mı?
Adamın olmadığı yerde keçi Abdurrahman Çelebi!.
“Cık, cık,cık” diyerek çıktık Güllük Caddesi’ne.
Allah var eskiye nazaran Güllük Caddesi’nin yenilenmiş hali, dün itibariyle bani hem kavurucu sıcakta yanmaktan, hem de zaman mefhumu açısından da hatırı sayılır bir zaman dilimi kazandırmadı değil.
100. Yıl kavşağına kadar gelip, Işıktan Yener Ulusoy Bulvarı’na dönüp, eski otogardaki gazete merkezine gideceğim.
Işığa gelip durdum.
Ring Otel’in 20-30 metre aşağısında birisi küçük kamyonet, diğeri özel bir araç yolun ortasında durmuşlar, 4-5 kişi yaka paça kavga ediyorlar.
Biz de yolun sağında ışığın yeşile dönmesini bekliyoruz.
Etraftaki herkes kavgayı izliyor. Allahın kulunun umurunda dahi değil.
155’i telefon ile arayıp, kavgayı bildirdim.
“Sana ne be adam” denecektir.
Zaten o kavgayı izleyenlerin tamamı, “Bana ne” zihniyetiyle hareket etmiyorlar mı da, benden galesizlik bekleniyor ki?
Döndük Yener Ulusoy Bulvarı’na. Alt geçide girmeyeceğim. Şişçi Ramazan’ın önünden, Kadıahmet Oğulları’nın 20 yıldır bitirmediği (Bana 30-40 yıl gibi geliyor) devasal inşaatın Hasan Subaşı döneminde başlayıp, Bekir Kumbul ve Menderes Türel’i de eskittikten sonra Mustafa Akaydın’ı dahi tüketmek üzere olup, yeni başkanını bekleyen yıllardır tek şeride düşürüldüğü yoldan geçip Andızlı Mezarlığı’nın dibinden, eski otogarın güney tarafında aracın kontağını kapatacağım.
Tam eski otogar kavşağının ışıklarına gelip, kırmızıda durdum.
Bir de ne göreyim?
Horzum Spot’un önünde iki araç sürücüsü bir birlerine öyle vuruyorlar ki, kimsenin umurunda değil.
“Bana ne yahu. Bu telefonu kavgacılar için mi aldım” deyip, ikinci bir 155’i arama yoluna gitmedim.
Yeşil yandı, bastım gaza.
“Yiyin bir birinizi” diye söylenmedim ama, arabanın teybini açtım, keyifli Türkiye tempo tutturdum.
Hava sıcaksa sıcak.
İnsanlara kafayı yedirtecekse, benim yemeye hiç niyetim yok arkadaş.
Birisi ışıkta beklerken korna mı çaldı. Arabamın direksiyonunu sağa kırıp, sol elimi camdan çıkartıp, “Buyur kardeş geç. Yol senin” bile demezsem, güneş çarpsın.