Doğrusu, on beş güne yaklaşan çok eziyetli gözaltı macerasından sonra, “tutuksuz yargılanmak üzere” serbest bırakılacağımızı umuyordum, ama olmadı. Belli ki tutuklanma kararımız günler öncesinden verilmişti, devlet bütün hazırlıklarını mahkeme kurulmadan yapmıştı. Nihayet mahkeme huzuruna çıktık, toplam otuz beş üniversite talebesi, paldır küldür Eskişehir Cezaevi’ni boyladık. Yanılmıyorsam tarih yaprakları 1988 Kasım’ının son günlerine işaret ediyordu.

Herhalde içlerinde en küçük olanı bendim, henüz on sekiz yaşımı bile doldurmamıştım. Boyumdan büyük bir maceranın tam ortasındaydım, yaşadıklarıma inanamıyordum ve hepsinin bir rüya olduğu hissini yaşıyordum; evet rüyaydı, birazdan uyanacaktım ve bu gördüklerimin hepsi bir çırpıda sona erecekti! Ama uyanmadım, uyanamadım ve bu nedenle rüya da bir türlü sona ermedi. Suçumuz mu? Bu gün için polisin dönüp bakmaya bile tenezzül etmediği basit bir mesele. Ama o günlerde devleti yönetenler solculara karşı pek hassaslardı. Çok mu güçlüydük? Elbette hayır! Ama bizim devlet, soğuk savaş kepazeliğinde bir blok adına açık taraftı ve o bloğun başındaki reis, sol ve sosyalizm kelimelerinden hiç hazzetmiyordu.

Hatıra kitaplarında, romanlarda veya filmlerde gördüğümüz bir mekana düşmüştük; mahpushaneye! İlk gün elime bir saz tutuşturdular, Muhlis Akarsu’ya ait “mahpushane gurbet ele benzemez” adlı bir türkü çığırdım. Artık olan olmuştu ve buradaydık. Aslında pek çoğumuz şok’taydık, ama en büyük şoku herhalde ben yaşıyordum. Burada olduğumu hiç kimse bilmiyordu, korkuyordum, açtım ve param yoktu.

Nihayet bir hafta sonra ziyaretçim olduğu anonsu geldi, fırladım koştum. “Annen geldi” dedi bir gardiyan ve beni görüşme salonuna aldı. Elim-yüzüm yara bere içindeydi, sanırım beni zor tanıdı! Ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Aramızda tel örgülü bir pencere vardı ve birbirimizi zor duyuyorduk. “Çok iyiyim, yakında çıkarız, merak etmeyin” falan dedim işte. O hiç konuşmuyordu, sadece bakıyordu. “Babam yok mu?” dedim, “yok, dedi, Ali Babanla geldik!”. Ali baba, benim büyük amcamdı ve biliyordum ki otobüs paraları çıkışmadığı için babamı getirmemişlerdi! “Bir dahaki sefere de Onunla gelirim” dedi, sustum.

Çok şükür ki mahpushanede misafirliğimiz çok uzun sürmedi, tahminen bir ay sonra ve soğuk bir kış akşamı salıverildik. Ben, akşam trenine atladığım gibi, soluğu köyde aldım. Akşamüstü babam eve geldi, her zamanki gibi yine inşaattan geliyordu. Toz toprak içindeki kıyafetlerini değiştirip oturduğum odaya girdi. Kanepenin bir köşesine sessiz ve suskun bir şekilde oturdu. Bekliyordum ve umut ediyordum ki bana birkaç tokat atsın, hatta tekmelesin, küfretsin! Bunu gerçekten istiyordum, çünkü hakkıydı, hak etmiştim, köy ortamında onun gururunu incitmiştim. Aradan kaç dakika geçti bilmiyorum, yavaşça göz ucuyla bana baktı, başını öne eğdi ve; “ay oğlum, ha güzelce şey etseniz olmuyor mu?!” dedi, hepsi bu kadar! 

Ne gözaltında yaşadığım işkenceler, ne mahpushane koğuşunda maruz kaldığım zorluklar, babamın bu tek cümlesi kadar içime oturmamıştı. Böyle yapacağına, çekip bir kurşun sıksa bu kadar acımazdı. Elbette biliyorum, o beni incitmemek, üzmemek için böyle davranmıştı. Nereden bilebilirdi ki bunun bir kurşundan daha beter acıtacağını.

İlk gözaltı ve cezaevi maceram da böylece bitip gitti. Peki sonraları uslandım mı? Elbette hayır. Nihayetinde yolu polis sorgusundan ve mahpushanelerden geçmeyenin “aydın” sayılmadığı bir ülke burası. Siyasi görüşü ne olursa olsun, pek çok aydının, yazarın, şairin ve düşün adamının mahpus damlarında “misafir edildiği” bir toprağın çocuğuyuz.  Ne diyor büyük bilgin İbn-i Haldun; “bir ülkenin coğrafyası, o ülkenin kaderidir”. Bizim coğrafyanın da kaderi bu.